8 Temmuz 2016 Cuma

KÖYE GELMEK


Köye yüzlerce kez gideriz.  Çocukluğumdan beri her yıl ve evlendiğimden beri sayamadığımız kadar. Yüzlerce köy fotoğrafımız var. Köye gidilmez bizde, biz köye geliriz. İşin aslı köye gidip gelmelerimiz gezginliğimizin temel'ini teşkil eder.
Göçebe atalarımızdan aldığımız genler rahat vermez bize. Bir kaç haftadan sonra dürtüklemeye başlar. Bir yerlere gitmek ihtiyacı vardır. Gidilecek en kolay ve tanıdık yer köydür. Kısa yoldan göçme ihtiyacımızı gideriveririz. Tebdil-i mekanda hayır vardır ne de olsa. Köyü sevmeyen ben bile bu kadar sık geliyorsam...
"Köy sevilmez mi?" derler. Peşinden en az on güzel yönünü sayıverirler. Neden sevmediğimde ilgili yirmi sebep de ben sıralarım hemen. Ancak gerçek nedeni söyleyeyim. Hep aynı yere gidiyor olmak. Hatta gidemeyip geliyor olmak.
Köye gitmekle ilgili hatırımda ilk kalan şeylerden biri sürekli ısıran ve canımı yakan böcekler ve elektrik olmadığı için gece elimizde idare lambasıyla tuvalete gitmektir. İdare lambası elimdeyken duvarda uzayan gölgeler bu gün dahi içimi ürpertir.
Ayrıca bayramlaşmaya gidilen yerlerde oradaki teyzelerden ve çocuklardan tamamen farklı giyimimiz ve elimizin yüzümüzün temiz olması dolayısıyla kardeşimle bana garabetmişiz gibi bakılıp şeher bebesi bunlar denilmesi aklımda kalmış. Hala yabancı bir ortama girdiğimde o günlerde yaşadığım yabancılık hissini yaşarım.
İlk çocukluk yıllarımda köye her gidişimde yaşananlar bunlar değil elbet. Babaannemin bizi kapıda karşılayıp da "Gülümen kopeklerim beniiim" diye sarılıp ağlaması, dedemin hanayda tırpan bilemesi, tarlada ekinlerin hep birlikte sağdan sola ahenkle biçilmesi, sapların bağlanıp sırtımızda harman yerine taşınması, ekin yığınlarının arasında bıldırcın kuşlarını arayıp bulmak, hanaya kurulan salıncak için kardeşimle kavga etmek, çok tatlı anılar.
Dedem rahmetli okumuş bir insandı. En büyük keyfi ocak başına oturup kitap okumaktı. Sanırım okuma genlerim ondandır. Mutlaka kitap okurken uyuyakalır, babaannemin işler kalıyor diye söylenmelerine uyanıp "Sus be kadın," derdi. Şimdi ikisi de rahmetli oldular.
Hasanlar köyüne en son gittiğimde alt katında hayvanların yaşadığı iki katlı evin alt katının toprağa gömüldüğünü, ön taraftaki çeşmenin ve fırının yıkıldığını evin alt yanından akan derenin kuruduğunu gördüm. Üstü otlarla kapanmış ahırdan çıkan babannen gözümün önüne geldi. Sanki kulağıma da içerdeki eşeğin sesi...
Bir başka köy halamların ki. Kurtlarda bizim yaşımızda çocuklar var ve deliler gibi oynuyoruz. Annem orada da üstümüz kirletince kızıyor ama sanırım halamın "Olsun varsın, çocuk onlar deyişinden güç alıyoruz biraz.
Diğer halamın köyü Çalaman da az maceralı değil. Annem hep diken üstünde olur, hep bize birşey olacak diye korkardı. Bu yüzden epey azar işitirdik. Ama benim için en korkutucu olan, ineklerle danaların köyün içine girdiği saatler. Bu hayvanlar hala gözüme devasa görünür. Hala çocukları ise bu korkum yüzünden benimle alay ederlerdi.
Bir başka önemli köy annemin köyü Toklar. Burada ısıran böceklere bir de arılar eklenirdi. O Kocaman hayvanlara da kömüşler. Bu mandanın bizim oradaki adı. Akşam üzeri hayvanlar eve girerken ancak pencereden bakabilirdim. Oysa sofraya oturunca o arıların balını ve kömüşlerin yoğurdunu afiyetle yerdim. Dayımın kızlarıyla burada ne oyunlar oynardık.
Niye köyü seyvmezmişim bilmiyorum şimdi ama annemin anneannemlerin şeherdeki evinde, teyzemde ve yine şeherde oturan amcamlarda daha mutlu olduğunu iyi biliyorum.
Evlendiğimde eşimin köyüne gelmeye başladık. Avşar köyü halkı göçebeliği hiç bırakmamış diyelim. Ahalinin tamamı senenin bir kısmını köyde bir kısmını Ankara'da geçiriyorlar. Benim Ankara'da oturan kayınvalidemler Bayram'ları köyde geçiriyorlar. Bu kadar yıldır bunun sebebini çözemedim ama Ankara'da oturduğum halde anneme bayram sonu gitmek beni iyice köyden uzaklaştırdı. Duygusal olarak tabii... Çünkü bedenen burdayım.
Nedeni açık: Bizim ezeli değerlerimiz adına. Eşimin yanında olmak, aile bütünlüğü ve Allah Rıza'sı. Köyün bizi burada tutan zevkleri yok mu? Var elbet. Çayın kenarına inip ayaklarımızı suya sokmak, boyumuza ulaşmış otların içine yatmak, balkonda köy çeşmesinin suyuyla yapılmış eşsiz çayı içmek, aileni mutlu görmek...
Ayrıca artık ne böcekler ne uzayan gölgeler var. Köy evinde bulaşık makinemiz ve sıcak suyumuz bile var. Nerden nereye geldik.
Küçük yaşta başlayan bu köye gelmeler bizi yolculuğa bağımlı hale getirdi. Göçmeyenleri anlayamaz hale geldik. Çocuklarımız köy yolunda yoğruldular. Bebekken arabaya biner binmez huzurla uyuyakalan kızlarım şimdi uzak memleketleri gezdikçe mutlu oluyorlar.
Yolda insan her türlü şarta hazırlıklı olmalıdır. Beklemeye, yolcuların her tür davranışlarına, yol arkadaşının uyumsuzluklarına, arabanın bozulmasına, yürümeye, yağmura tutulmaya, aç ve susuz kalmaya...
İnsan gezide ise her tür yatakta yatmaya, her türlü yiyeceği yemeye, her tür insanla iletişim kurmaya alışmalıdır. Zorluklara göğüs germeyi ve insanlarla geçinmeyi, sabrı ve şükrü, her şartta ibadetini yapmayı gezide öğrenir insan.
İşte bunlar da genlerimizin bizi zorladığı köy yolculuklarının ilk elden faydaları.
Yolculuğun zevkleri de var. Kardeşinle itişmek, kitap okumak, arabanın camından sırayla geçen ağaçları saymak, direksiyon sallarken arabesk dinlemek, mola yerinde bir küçük bardak şekerli simsiyah çay içmek gibi:)
Biz de bu yol aşkı varken sürekli köye gidip gelerek yolculuk antrenmanı yapmaya devam edeceğiz. Elbette yol bizi cennete götürmeli biiznillah!

27 Haziran 2016 Pazartesi

Teşekkür

Nisan ayında Blog açtığımdan beri bana destek olan arkadaşlarıma ve okurlarıma teşekkür ederim. Yalnız acemilikten olacak yazıların altına isim yazmayı akıl edemediğimden bazı dostlar yazılarımın bu acize ait olduğunu anlayamamışlar. Bana sordular. Bu yüzden açıklama yapmak ihtiyacı hissettim. Bloglarımdaki bütün yazılar tarafıma aittir.

RAMAZANDA UMRE


Umre ömür demektir. Umrede ömrümüzü gözden geçireceğiz. İyilik ve kötülüklerimizin hesabını yapacağız. Hayatın anlamını, yaşamın hikmetini anlayacağız. Mübarek Ramazan günü umre yapmak ayrı bir sevinç kaynağı benim için.
Çocuklarımla beraber olmak başka bir mutluluk… Hacda ettiğim ve elhamdülillah kabul gören birkaç duamdan birisiydi yavrularımla beraber tekrar gelmek.
Şimdi kardeş, akraba, eş-dost, ahbap, arkadaşların selamlarını dualarını da yanımıza alarak çıktık yola. Yükümüz manada ağır… Orucu Harem topraklarında tutmak heyecanı içindeyiz.
Beş gün Medine’de kalacağız. Beş gün de Mekke’de. Hacda Medine’de sadece bir gün kalmıştık. “Yeterince hasbihal edemedim Efendimiz (s.a.v.) ve ashabı ile” diye üzülmüştüm. Bu defa önce Efendimiz (s.a.v.)’in kapısındayız çok şükür.
Medine’de Ramazan çok zevkli geçiyor. En zevkli yanı da dünyanın her yerinden gelmiş Mümin kardeşlerimizle Mescid-i Nebevi’nin kâh içinde kâh avlusunda yan yana iftar yapmak…
Yine dışarının kavurucu sıcağından Mescid-i Nebevi’nin cennet gibi serinliğine kaçmak… Doya doya Kur’an okumak, namaz kılmak, vakti gelince Ravza-i Mutahhara’yı ziyaret etmek, Resul-i Kibriya Efendimiz (s.a.v.) ile yanı başındaki Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer Efendilerimizle, Fatıma validemizle manen rabıta kurmak…
Elbette Efendimiz (s.a.v.)’in “Ravza-i Mutahhara-Cennet Bahçesi” diye tabir ettiği, minberi ile kabri arasındaki mekânda namaz kılabilmek…
Öyle zor ki burada namaz kılmak… Hanımlara her zaman izin vermedikleri için çok insan birikiyor her şeyden evvel. Önce her ülkenin kadınlarını ayrı grup yapıyorlar ve her birinin ayrı kapısı var. İçeri girince hemen ziyaret edebileceğinizi zannediyorsunuz ama öyle değil.
Burada oturup beklemek gerek. Beklerken her gruba kendi dilinde sohbet yapılıyor. Mescit adabı ve önümüzde kimlerin makamları bulunduğu anlatılıyor. Önümüzdeki son kapı açıldığında artık edeb kimsenin umurunda değil.Herkes özlemle, cennete koşar bir telaşla, ağlayarak, şükrederek içeri koşuyorlar.
İşte nihayet, perdelerin arkasındaki Efendimiz(s.a.v.)’in makamına yaklaşmış ve ravzasına ulaşmış bulunuyoruz. İki rekât şükür namazı kılacağız ama Ravza’nın hanımlara ayrılan kısmı çoktan uzun uzun namaz kılan, uzun uzun dua eden ve ayrılmak istemeyenler tarafından doldurulmuş.
Ayağımı koyabileceğim kadar bir yer bulduğumda kendimi çok şanslı hissediyorum ve hemen namaza niyet ediyorum. Birinin sırtına secde etmek, yere secde ettiğinde başına basılması hiç kimseyi rahatsız etmiyor. Onun ayağının dibinde ya…
O arada bakıyorum ki kızlarım rahat bir yer bulmuşlar kendilerine. Ayşe yanımda ama kimse çocuğa dikkat etmiyor. O arada görevliyle göz göze geliyoruz ve bana beklemem için işaret ediyor. Bekliyorum. Hemen önündeki kadın kalkınca oraya kimseyi almıyor ve bizi çağırıyor. İnsanların başına basmamak için gayret ederek geçiyoruz öne.
İki rekât namaz kılınca sekiz yaşındaki yavrum iki rekât daha kılmak isteyince görevli de ben de duygulanıyoruz. Dua etmekten çok şükür dökülüyor dillerimizden. Yanımızda bir çocuk olmasının rahmeti bu…
Medine’de Cennetülbaki’yi ziyaret etmek mümkün değil. Efendimiz (s.a.v.)’in mübarek zevcelerinin ve ashabının kabirlerinin bulunduğu bu mezarlıkta isimler yok. Sadece toprakları kabartılmış ve başlarına taşlar konulmuş mezarların. Tıpkı Efendimiz (s.a.v.)’in arzu ettikleri gibi çok sade. Hangi kabirin kime ait olduğu kitaplarda yazılı.
Erkekler haftanın bir günü ziyaret edebilirken kadınlara tamamen yasak. Önce bu uygulamaya kızsam da Cennetülbakinin kapısına yaklaşıp orada ağlayıp bağıran, demirlere tırmanıp başı açılan, üstünü başını yırtan, polisin dahi demirlerden ayıramadığı kadınları görünce hak veriyorum.
Kabir ziyareti için içine girmek gerekmez. Uzaktan da olur ziyaretler. Manevi âlemin yolcuları her zaman bağlantı kurarlar Efendimiz (s.a.v.) ve ashabı ile…
Otelde açık büfe yemekler var ama kızlarım iftar ve sahurda Efendimizin yakınında olmak istiyorlar. Her Müslüman getirdikleri yiyecek ve içecekleri paylaşıyorlar. Kimi kahve, kimi zemzem, kimi hurma, kimi ekmek getirmiş. Bir müddet sonra biz de kendimizi paylaşacak bir şey götürürken buluyoruz. Ben hayatımda bundan daha lezzetli bir iftar sofrasında bulunmadım. Tıpkı Efendimiz (s.a.v.)’in ashabıyla paylaştığı ve hiç bitmeyen, lezzetine doyulmayan yemekler gibi…
Medine’de bol bol çarşıya gitme imkânı da var. Aman sakın çarşıya gitmeyin diyenler de var ama biz Efendimiz (s.a.v.)’in Mekke- Medine esnafının desteklenmesi ile ilgili tavsiyelerine kulak vermeyi tercih ediyoruz.
Sayılı gün çabuk geçer. Bizim de buradaki günlerimiz bitip şehirlerin anası Mekke’ye yola çıktığımızda Peygamber Şehrinden ayrılmanın hüznü ve Harem-i Şerif’in özlemi içindeyiz. Bir an önce umre vazifemizi yapmak niyetindeyiz.
Yolda Zülhuleyfe (Abar-ı Ali)’de durup ihrama giriyoruz. Biz kadınlar sadece niyet edip telbiye getiriyoruz. Mekke’ye girer girmez tavaf, say, ihramdan çıkış, şükür namazı, günahlarımıza tevbe ile geçen saatlerden sonra sahur vaktinin geldiğini anlıyoruz.
Medine’ye önce giden hacıların Medine çok ferahtı, çok iyiydi, Mekke öyle değil demelerini şu anda anlıyorum. Elbette Medine’de nafile ibadet, gezme ve ziyaretten başka bir iş yok. Mekke’de ise yapılacak vazifeler var. Kalabalık, sıcak, yorucu… Elhamdülillah bir sıkıntı olmadan vazifelerimiz yapıyoruz. Bir ara Ayşe ateşleniyor, ilk umrede gündüz sıcakta ve yolculuktan hemen sonra olduğu için fenalık geçiriyor ama fazla bir problem yok.
Mekke’de günler daha da çabuk bitiyor. Ayrılmak istemiyoruz, siyahın en asaletli göründüğü, bizi huzuruna sürekli çağıran Kâbe’den. Bırakmak istemiyoruz Rabbimize yakınlaştıran, bizi bütün kâinatla bütünleştiren tavaflardan, hayatın bitmek tükenmez telaşelerini temsil eden saylerden, sadece vücudumuzu değil ruhumuzu da arındıran zemzemden.
Fakat yine de o otobüse binip arkamıza baka baka Cidde’ye doğru yola çıkmak zorundayız.
Gezgin Gülsüm Sezen
27.06.2016

ANKARA

13 Haziran 2016 Pazartesi

Mekke ile Tanışma

resim alıntıdır
Mekke’ye gece girdiğimiz ve etrafı göremeyecek kadar heyecanlı olduğumuz için grup başkanı bizi Mekke ile tanıştırmaya karar verdi.
Otobüsle şehrin içinde yaptığımız tur şehirlerin anası Ümmü’l-Kura Mekke hakkında genel bir fikir edinmemizi sağladı.
Dağların arasında, doğal bir korumaya sahip, emin belde Mekke. Hz. İbrahim (a.s.)’ın eşini ve biricik evladını Allah’ın emriyle bu korunaklı vadiye bırakmasına şaşmamalı. Tam Kâbe’nin bulunduğu noktaya kadar sürekli alçalan bir vadi ve Kâbe tam merkezde…
Mekke’ye üç tane giriş varmış, Yemen, Şam ve Cidde tarafından giriliyor. Biz Cidde tarafından girdik. Yol bizi doğruca Harem-i Şerifin yanına getirdi.
Günümüzde Harem-i Şerife tünellerle girişler sağlanmış. Farklı bölgelerden tüneller var. Dağları oyup yollar ve oteller yapılmış.
Harem-i Şerif’in etrafında yerleşim yok. Tamamen hacıların kalması için yapılmış oteller var. Yakın oteller pahalı, dış mahallelerde bulunan oteller daha ucuzmuş. Mekke’nin yerlileri ise dış mahallelerde oturuyorlar. Mekke halkı genelde fakir ve başka ülkelerden çalışmaya gelenlerden müteşekkil. Suudi Arabistan’ın zenginleri genellikle Riyad ve Cidde gibi şehirlerde yaşıyorlarmış.
Bunlar Mekke hakkında genel bilgilerimiz tabii. Aslında bu bilgileri bile önemsemiyoruz. Tek derdimiz Hac ibadetini güzelce yapmak. Çünkü 12 günlüğüne geldik ve 2 gün yolda geçeceğinden sadece dokuz günümüz var.
Grup başkanı bize Sevr mağarasını, Nur dağını, Cin Mescidini, Hayf mescidini, Rıdvan mescidini otobüsün içinden yoldan geçerken gösterdi. Arafat, Mina ve Müzdelife’ye de gittik. Hac vazifemizi yaparken buralarda bulunacağız. Mesafeler birbirine oldukça uzak. O gün huccac bu yolları hep yürüyerek aşacak. Efendimiz (s.a.v.) ve ashab bu yolları yürüyerek aşmış zamanında. Biz arabayla bir saatte dolaştık.
            Arafat
Sadece Arafat’ta Cebel-i Rahme’ye çıkmak üzere indik otobüsten. Çünkü Arafat günü Arafat’ta olmakla beraber bu rahmet dağına yaklaşamayacağız.
Burası Hz. Âdem babamızla, Hz. Havva annemizin buluştuğu yer. Onların hasretle kavuşmalarını, yeryüzündeki ilk aşkı, ilk hasreti, ilk günahtan tövbeyi, Arafat günü yaşayacağız ama şimdiden anlamaya çalışıyoruz.
            Rahmet dağına tırmanırken elleri kolları kesik siyahi çocuk dilencilere, satıcılara rastlıyoruz. Çok renkli, bir o kadar da içimiz acıtan bir durum bu.
            Arafat, büyük dağların eteğinde küçük bir tepe. 100 m yüksekliği olmalı.  Buluşma yeri beyaz kerpiçten örülü bir direkle işaretlenmiş. Resulullah (s.a.v.) Efendimiz de Arafat vakfesini burada yapmış. Ancak sayısı milyonları bulan huccacın burada toplanması mümkün olmadığı için, Arafat sınırları büyük tabelalarla belirtilmiş. Bu sınırlar içine çok büyük bir çadır kent kurulmuş. Her milletten hacıların yerleri de önceden hazırlanmış. Çok büyük tabelalarla kıble yönü gösterilmiş. Mina ve Müzdelife’de de çadırlar var. İçini Arefe günü göreceğiz.
O gün vakfe niyetiyle değil de ziyaret ve tanışma niyetiyle Cebel-i Rahme’de gezindik. Hz. Âdem’le Hz. Havva’nın buluştuğu bu yerde eşlerimizle temsilen buluşmayı yaşadık, resim çektirdik. Hac boyunca çektirdiğimiz tek resim…
Diğer bir taraftan, Cebel-i Rahme’nin hemen yanına çok büyük iki yemekhane kurulmuş. Üzerinde “sebil” yazıyor. Kralın emriyle Arafat günü buradan hacılara, yemek dağıtılıyormuş. Neden iki yemekhane? Biri bayanların biri erkeklerin…  
Aşağı inerken yüzümüze bir serinlik ve ıslaklık çarpıyor. Yağmur mu yağıyor diye başımızı kaldırınca ağaca benzeyen sistemlerden su püskürtüldüğünü görüyoruz. Hem hacılara serinlik veriyor hem de bu şekilde Arafat bölgesi yeşillendiriliyor.

Arafat’ta bir bahar havası vardı. Buluşma anına uygun bir geri plan.

10 Haziran 2016 Cuma

HAREM'DE İLK SABAH NAMAZI


Tavaf:
         Hacca Türkiye’den giden hacılar genellikle temettü haccına niyet ederler. Temettü haccında Mekke’ye girer girmez umre yapılır. İhramdan çıkılır. Arafat’ta vakfe gününe kadar nafile ibadetle meşgul olunup Arafat için yeniden ihrama girilir.
Biz de böyle yapacağız. Mikat yerinin üstünden uçakla geçmiş olacağımız için hava alanında ihrama girmiştik.
Şimdi umre tavafına niyet ediyoruz. Her şaftın başında ellerimiz kaldırarak “Bismilahi Allahu ekber” diyerek, yüzümüzü de o yöne dönerek Hacerü’l-Esved’i selamlıyoruz ve dönmeye başlıyoruz. Hocamız her şaft için yazılmış duaları sesli sesli okuyor ve biz de tekrar ediyoruz.
Tavafa gurupla girdik. Grubumuzda yaşı teyzeler, hamile bir kadın ve çocuklar var. Bu yüzden oldukça dıştan dönüyoruz. Daha sonraki tavaflarımızı kendi başımıza ve mümkün olduğu kadar Kâbe’ye yakın bir yerden yapacağız.
Tavaf etmek çok çok muhteşem bir şey… Anlatılması zor… İnsan Beytullah’ın etrafında dönerken kendini galaksideki yıldızlarla, güneşin etrafında dönen gezenlerden atom çekirdeğinin etrafında dönen nötronlara kadar bütün kâinatla, arş-ı alanın etrafında dönen bütün varlıkla bütünleşmiş hissediyor.
            Kuşlar da tavaf ediyor:
Sürekli Kâbe’ye gelip tavaf yapan kuşlar var. Kâbe’nin üstüne gelmiyor, çevresinde dönüp duruyorlar. Buna babam dikkat çekti. Bir müddet seyre daldık onları. Buradan da anlıyorum ki, Kâbe sadece gördüğümüz kübik yapı değil, arşa kadar yükselen bizim göremediğimiz, manevi bir yapıdır.
Bu kuşlarla, meleklerle, bütün kâinat ve varlıkla beraber gözyaşlarıyla huşu içinde bir kez daha tavaf ediyoruz.
Tavaf bitince ki rekât şükür namazı kıldık ve sünnet olduğu için mi yoksa yandığımız için mi bilmem hemen zemzem suyuna koştuk. Artık kesinlikle, biz eski biz değildik. Çok lezzetler tattık, çok hikmetler öğrendik ilmi ilahiden… Çok perdeler aralandı o gün…
 Say
Tavaf bitince saye başladık. Say Hz. Hacer validemiz gibi, Safa ile Merve arasında koşuşturmak, onun hisleriyle dolmak. Onun susuzluğunu dudaklarımızda hissetmek, onun çaresiz anında Rabbine tevekkülünü öğrenmek.
            Özellikle erkekler orada bir annenin duygularını anlıyorlar. Bundan sonra hepsi hanımları ve anneleri ile empati kurabilecekler. Onların yavruları için yaşadıkları duyguları anlayabilecekler. Erkeklere say esnasında koşuşturmak emredilirken kadınlara emredilmez. Çünkü onlar zaten anne. Say yapıp da karısına ve çocuklarına daha merhametli davranmayan bir erkek yoktur herhalde.
Tavaf Kâbe’de içeriden yapılırsa zor olmuyor. Yaklaşık 40 dk. Çok kalabalıkta bir saat sürüyor ama say oldukça uzun. Safa ile Merve arası 500 metre ve say de yedi şavt olduğu için, 3,5 km. ediyor. Tabii bu mesafe tavafın peşinden yüründüğü için oldukça zor. Bu yüzden hacılara tavsiyem, gitmeden önce yürüme egzersizleri yapmaları.     
İhramdan çıkıyoruz:
Say de bitince, çok önemli bir safhaya geldik. Allah yolunda başımızı verebileceğimizi göstermek anlamında saçlarımızı kısalttık ve böylece ihramdan çıkmış olduk. Hz. İbrahim ve Hacer validemizin oğullarını, o kutlu oğul İsmail’in de gözünü kırpmadan Allah yolunda başını bıçağa uzattığını yâd ettik.
         Mesa’daki zemzem musluklarından abdest alıp Rabbim, bu mübarek beldelerde bulunmayı nasip etiği için, umre nasip ettiği için, Resulullah (s.a.v.) Efendimizin başının değdiği yerlere başımızı koyup secde ettiğimiz için şükür namazı kıldık. Sonra da Hac vaifemizi sağlıkla yapabilelim diye dua ettik.
            Harem’de ilk sabah namazı:
       Umre vazifemiz böylece tamamlandı. Bu arada ezan okunmaya başladı. Namazı Kâbe’de kılmaya karar verdik. Orada ezan okunur okunmaz hemen insanlar oturuverdikleri için boş bulduğunuz her yere oturmanız mümkün. Namaz sırasında tavaftakiler ve saydekiler ara verip oldukları yere namaza durup, namazı kıldıktan sonra devam ediyorlar.
       Okunan ezan meğer imsak vaktini haber veriyormuş. Oturup, sabah namazını beklemeye koyulduk. Ancak bir gece yolculuktan dolayı ve bir gece de umre yaptığımız için, aşırı yorgundu vücutlarımız ve sonunda uykuya yenik düştü.  Allah affetsin bekleme uykuyla geçti. İkinci bir ezandan sonra sabah namazını eda ettik. Namaz da neredeyse ayakta uyku halinde geçti.  
Ben hayatımda böyle namaz kılmadım. Rabbimle buluşma noktasında ona kulluğumu arz ettim. İnanılmaz bir huşu, inanılmaz bir duygu bu. Her namaz böyle oluyor burada; ama evlerimizde… Haremin içindeki namaz bir başka, dışındaki namaz bir başka… Yetişemeyince yolda kılıyoruz.
Secde anı, o an bir bambaşka… Kâbe’yi gördüğüm an gibi… Allah’ın kutsal topraklarına başımı koyuyorum. Efendimiz (s.a.v.)’in gezip yürüdüğü topraklara başımı koyuyorum.  Onun ayağının altını öpmekteki, o temastaki hissiyatı bu başımı koyuşta yaşıyorum. Meğer ben bu yaşıma kadar hiç namaz kılmamışım diyorum kendi kendime.

            Allah’ım sana hamd ü senalar olsun. Sonra dua ediyorum. Allah’ım ne olur, evelerimize dönünce de burada kıldığımız gibi namaz nasip eyle.


                İnsan her zaman yeryüzünde yolculuk etmez. Kimi zaman seyran eder göklerde İsa gibi, kimi zaman cevlan eder tur dağında Musa gibi, kimi zaman kuyuda Yusuf misali, kimi zaman arş-ı alada Hz. Muhammed (s.a.v.) gibi... Kimi zaman namazında bir mümin kul gibi, kimi zaman Hac meydanında bağrı yanıklar gibi içine doğru yolculuk eder kul.

8 Haziran 2016 Çarşamba

Kâbe-i Muazzama Siyahın Nuru

resim alıntıdır
            Otelin lobisinde toplanıp buluştuktan sonra, grup halinde ihramlı olarak, Harem-i Şerif’e vardık. Bu ilk tavafımız olacak. Heyecan dorukta. Hocamızın da ilk haccı imiş… O da bizim kadar heyecanlı. Yol boyunca sessizce lebbeyk çekiyoruz. 
             Haremi Şerif-in minaresini görünce kalbim duracak sandım. Yol üzerinde bazı hacılar yatmış uyuyorlar.
            Harem-i Şerif’in dıştan görünüşü, içten görünüşü tek kelimeyle muhteşem, gece nurlanmış adeta ama bunlar Kâbe-i Muazzamayı görüverince sönük kalıyor. İçeri dualarla ve zikirlerle giriyoruz. “Kâbe’yi ilk görenin duaları mutlaka kabul olunur,” denildiği için, önceden duamı da hazırladım.
         Biraz ilerleyince, birden o muazzam, muhteşem Kâbe’yi karşımda görüverince, şaşkına döndüm. Filmlerde izlediğimiz Kâbe’nin kendisi karşımda idi. Ben Beytullah’ta idim. O ise arş-ı alanın gölgesi altında… İnanılmaz bir duygu bu, anlatılması imkânsız.
            Kâbe, muazzam, muhteşem derin ve sonsuzluğa uzanan kapı Kâbe. İçine girsek, arkasına geçsek Rabbimizin huzuruna varacakmışız, gayb âlemlerini idrak edecekmişiz gibi duruyor. Üstad Necip Fazıl’ın deyimiyle “Kâbe, ahirete en yakın mekân!” Siyahı hiç bu kadar nurlu, hiç bu kadar asil görmeyeceğiz bundan sonra.
          Bugüne kadar hacca gidenlerden yaşadıklarını anlatmalarını istediğimizde, kimse bir şey anlatmaz, ben de kızardım. Kardeşim umreden döndüğünde, sorulara gözyaşlarıyla cevap vermişti. Arkadaşlarım, “İlk görünce inanamayacaksın, dilimiz tutuldu,” demişlerdi.
            Evet, evet hepsi doğru imiş!  
          İşte Rabbim beni çağırmış, Beytinde buluşmuşuz. Hala inanamıyorum. Rüya gibi… Önceden dualar yazmış, hazırlamıştım. Hepsi uçtu kafamdan, dilim tutuldu adeta. Sadece hayret vardı bende… Allahu ekber! Allahu ekber! diyebildim. Öylece bakakaldım. Epey vakit geçtikten sonra aklım başıma geldikçe hazırladığım duaları söylemeye başladım.

            “Ya Rabbi! Bu mübarek evini görmeyi nasip ettiğin gibi,  güzel cemalini görmeyi de nasip et.  Mübarek topraklara girmek nasip ettiğin gibi cennetini de nasip et. Efendimiz (s.a.v.) ile komşu eyle. Ya Rabbi! Dualarımızı hayırlısıyla kabul eyle. Ya Rabbi! Evlatlarımla beraber tekrar tekrar gelmeyi nasip et. Evlatlarımı ve eşimi merhametli kıl, itaatkar kıl, aramızda sevgiyi hakim kıl. Dünyada ve ahrette beraber olmamızı nasip eyle.”

2 Haziran 2016 Perşembe

Hac Yolu Sabır Yolu

Hac sabırdır
 cidde de hacılar ile ilgili görsel sonucu          
Normal şartlarda 3 saat sürecek olan yolculuğumuz, bunun üç katı sürede alınıyor. Çünkü hacılar çok kalabalık, hava alanında yapılacak işler çok fazla…
       İstanbul aktarmalı yolculuk, benim için çok anlamlı… İstanbul’da hava limanına iner inmez başlayan işlemler tam 3,5 saat sürdü. Valizlerimizi verdik, ihrama niyetlendik. Erkekler ihram giysilerini giyindiler. İki rekât ihram namazını kıldık. Uçağa bindiğimizde saat 9.15 idi. Suudi Arabistan hava yollarına ait uçak çok büyüktü. Uçağın yerleştirilip de havalanması bir saati buldu.
            Cidde’ye Suudi Arabistan saatiyle 13.30 da (bizde 14.30) indik. Yolculuğun bir sabır imtihanı olduğunu orada anladık. Hacı çok fazla, işlemler yavaş ve beklemek de iyice zor…
Girdiğimiz ilk salonda ilk pasaport kontrolünü beklerken, Suriyeli bir hacı grubuyla beraber oturduk. Orada Semira Hanım ve eşi ile tanışıp sohbet ettik. Birbirimize Hacc-ı Mebrur diledik. Suriyeli kadınların bir kısmının yüz ve ellerinde çeşitli şekiller içeren dövmeler var, çoğu sarışın… Bu gün memleketimize misafir olan kardeşlerimizle ilk tanışma hac yolunda olmuştu.
            İkinci bir salonda yeniden pasaport (caize) kontrolü için beklerken, Endonezyalı hacılarla selamlaştık ve onlarla iç içe namaz kıldık. Öğlen, ikindi, akşam hep hava alanında kılındı. Burada bize yolculuktan önce hediye edilen cüzdana konulabilen ince seccadeler çok işe yaradı.
            Üçüncü kontrolden sonra dışarı, üzeri çadırlarla kaplı bir alana girdik. Orada bizim Turizm şirketi için ayrılan bölümde otururken biraz atıştırdık. Burada arkadaşlarımın ve ailemin hazırladığı yolluklar çok işe yaradı. Ya Rabbi! Onlara hayırlı ömür ihsan et.
            Nasip oldu, yol boyunca yaşlı bir teyzeye yardım ettim. O da bana çok dua etti. Siteden komşularımız, yol boyunca arkadaşımız ve otelde komşularımız oldular. Bu da pek manidar bir karşılaşma. Hava limanından ayrılmadan çocukları aradık. İyi olduğumuzu haber verdik.
            Yedi defa pasaportlarımız elden geçtikten sonra, bizi Mekke’ye götürecek otobüse bindik. Tam gidiyoruz derken, bir aksilik çıktı. Hacılardan birinin çocuğunun pasaportu ile ilgili sorun çıkmış. Bu problem halloluncaya kadar tam iki saat, çalışıp durmakta olan otobüsün içinde bekledik.
            Acaba ne kusurumuz oldu da bu kadar gecikiyoruz diye düşünüyor, estağfirullah çekiyor, herhalde varacağımız huzura layık olana kadar sabır imtihanı oluyoruz deyip susuyor, içimizden bir an önce kavuşmak için dua ediyorduk..
            Mekke’ye iki km. kala “hacıları karşılama merkezi” diye bir yere girdik. Orada yine pasaport kontrolleri yapıldı. Sonra bize zemzem dağıtıldı ve kumanya verildi. O zemzemi içince bende ne yorgunluk kaldı ne sıkıntı… Elhamdülillah, bu imtihanı başarmıştık. Keşke her sıkıntının sonu böyle güzel olsa…
            Yolda çok dikkatimi çeken bir şey vardı. Cidde’den çıktıktan sonra, Cuhfe’yi geçer geçmez (burası mikat mahallidir), yol boyunca büyük tabelalarda zikirler yazılmış. Yolcular bunları okuyup hatırlasın ve yolda zikirle meşgul olsun diye… La ilahe illallah, Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber, la havle vela kuvvete illa billah ve lebbeyk allahümme lebbeyk yazılmış…
            Çok şükürler olsun Mekke’ye girdik ve otelimize vardık. Gecenin onu olmuştu. Hemen yemeklerimizi yedikten sonra, odamıza çıktık. Maşallah oda temizdi. Bazı arkadaşlar bu açıdan da imtihan yaşadılar.
Hoca iki saat dinlendikten sonra Kâbe’ye gidebileceğimizi söyledi. Heyecandan yorgunluk falan hissetmiyordum. Sadece Harem-i Şerif topraklarında olmamıza rağmen niçin hala beklediğimizi anlamıyordum. Ama sonra anlayacakmışım meğer.
Eşim yatmam için ısrar etti, yattık ama uyudum mu uyumadım mı bilmiyorum.
Dönüş yolculuğumuzu burada anlatamıyorum bile. Benim gibi yol tutkunlarının bile çok zorlandığı şeyler yaşadık. Hac sevaplarımızı alıp götürmesin diye sabretmeye çalıştık. Birbirleriyle ve görevlilerle kavga edenler oldu.
Yıllar sonra o gün kınadığım bu iş bir umre sonrası başıma geldi. Şimdi anladım ki, kınamak belki o insanların yaptıklarından daha kötüdür. İçinde kibir olan kınar. Oysa Hac iyinin kötünün ortadan kalkıp yalnız Hakk’ın göründüğü bir ibadet…
Rabbim kusurlarımız bağışlaya, ibadetlerimizi katında kabul eyleye…


27 Mayıs 2016 Cuma

İLGİNÇ

Romada sadece tarihi binaları gezmedik elbet. Kızımın bize yaptığı risotto ve makarnayı yedik. Muhteşem vejeteryan pizzaların tadına baktık. Markete gidip bolca makarna ve zeytin yağı aldık. Bu arada bir sır vereyim. sızma zeytinyağı orada çok ucuz.
Roma'da tiramisu yedikten sonra bizim ülkemizde tiramisu diye bir şey olmadığına bir isim benzerliği olduğuna karar verdim.
Roma dondurmasını atlamak olmazmış gerçekten. O kadar beğendik ki,  her fırsatta yedik. İki günde iki kere. Yalnız likörlü olmayanını istemek gerekiyor ve likörlü olana göre iki euro daha pahalı.
Tabii bir gezginin gözünden kaçmayacak çok ilginç görüntüler de vardı. İnternette gezerim ben de diyenler için.






23 Mayıs 2016 Pazartesi

ROMA'DA TARİH



Şehri iki şekilde gezmek mümkün… Ya bir ayda, her ayrıntıyı öğrenerek ki, bu mimarlık öğrencilerinin işi bence… Ya da iki günde hızlıca en meşhur yerlerini görerek… Biz vakit yüzünden ve iki günde bile yeter bu kadar heykel görmek hissi yüzünden ikincisini tercih ettik.
Roma hakkında internete şöyle bir göz gezdirseniz yüzlerce yazı çıkar. Bu yüzden ben gördüğüm, duyduğum ve hissettiğim şeyleri yazacağım.
“Roma bir günde yapılmadı” diyorlarmış. Bu söz yeni bir düzen kurulması ile ilgili konularda darbı mesel olarak kullanılıyor.

Rivayete göre Romus ve Rumulus adında iki yetim kardeşi bir kurt emzirmiş ve onlar o kadar güçlenmişler ki, Roma devletini kurmuşlar. Şehrin bir çok yerinde onların hikayesini anlatan heykeller freskler var. Bizde de bir kurt efsanesi vardır ya… Acaba Avrupa ortalarına kadar göceden Hunlardan mı aldılar bu hikayeyi diye düşünmeden edemedim.
 (Resim alıntıdır)
Roma bir açık hava resim, heykel, mimari müzesi denilebilir. Yedi tepe üzerine kurulmuştur deniliyor. Bunlardan Paletine tepesi Romus ve Romulus’un Romayı ilk kurdukları yermiş.
Her biri farklı görünümde meydanlar Roma’yı renklendiriyor. Meydanın ortasında bir çeşme ve çevresinde saray var. Diğer yapılar bunun etrafında dolanıyor. Antik Roma şehrin içinde ve bir parçası olarak var olmaya devam ediyor. Vatikan, Katoliklerin merkezi olsa da antik Roma kültürünü devam ettiren bir unsur gibi görünüyor.

Bizim ilk durağımız Villa Borgez Bahçeleri… Tarihi eskilere dayanan bir villanın bahçesidir ve bugün park olarak kullanılmaktadır. Villa, çok zengin insanların büyük bir arazi üzerine kurdukları köşk ve bahçelere deniliyor burada. Borgez villası resim heykel müzesi olarak kullanılıyor ve bahçeleri, şehrin ortasında şehirden uzak bir doğa parçası.




Modern hayatın gereği olan çevre yolları da mecburen Kale burçlarının arasından arasından geçirilmiş.






Daha sonra yedi tepeden biri olan Gianciolo tepesinden  Roma’yı seyrettik. Turuncu ve kızıl çatılar kuleler yukardan bakınca bir tablo görüntüsü veriyor.

Dünyanın üç dikilitaşından biri Popolo Meydanını süslüyor. Günümüzde tiyatro ve gösteriler için de kullanılıyor. Biz yukardan bakarken tenis turnuvası vardı. 
Bu meydan aynı zamanda Allah’a inanmış olan İseviler’in Romalılar tarafından topluca yakılıp, küllerinin Tiber nehrine atıldığı meydandır deniliyor.
Zamanında Sezar Agustus Mısır’ı işgal ettiği sırada zaferinin nişanesi olarak bu dikilitaşı getirip buraya dikmiş. Üzerinde hiyeroglif resim yazısı ile yazılmış bir kitabe var. Dikilitaşın üzerine konduğu kaidede de Agustus adına yazılmış bir kitabe bulunuyor.
Dikilitaşın etrafındaki dört aslan heykelinin ağızlarından su akıyor ve insanlar bu çeşmenin dibinde serinliyorlar. Bu meydanın sarayı Santa Maria Bazilikası. Melekler ve Şeytanla filminde gördüğümüz mekânlardan biri.


 
Buradan Roma sokaklarında gezinerek, İspanya elçiliğinin bulunduğu, İspanyol meydanına ulaşıyoruz. Meydanı Trinita dei Monti kilisesine çıkan merdivenler ve tekne şeklinde bir çeşme süslüyor.

Piazza del Spagnanın açılldığı Via Condotti, ünlü markaların mağazalarının bulunduğu büyük bir çarşı. Paris’in Şanzelize Caddesi gibi. Ancak orada bizim dikkatimizi çeken bronz eşyalar satan bir antikacı ve her biri özel bir tasarım ürünü olan vitrinler.
Pinokyo ve tahta oyuncakların satıldığı mağaza çok ilginç. Dünyanın en iyi vitrini deniliyormuş.



Via condottiden sonra ulaştığımız yer, Roma’nın en büyük çeşmesi olan Trevi çeşmesi. Aşk çeşmesi olarak da biliniyor. Efsaneye göre Kral ve askerleri susuzluktan ölmek üzere iken Su tanrısı Neptün gelip onları kurtarmış. Roma’daki eserler arasında en bakımlı olan bu çeşme. İnsanlar dilek tutup para atıyorlar çeşmenin oluğuna. Yani olukta bir servet yatıyor.


Panteon’a hava karardıktan sonra varabildik. Nanova meydanında bulunan tapınağın sadece ön yüzünü görebildik. Meşhur üzeri delik kubbesini görebilmek için müze saatlerini kaçırmıştık ama onu Melekler ve şeytanlar filminden hatırlıyorduk.
Pagan dönemden kalma en iyi korunmuş tapınak bu. Deliğin gökyüzünde bulunan tanrılarla iletişim kurmak için bırakıldığı söyleniyor. Ayrıca Engizisyonun yaktığı bazı bilim adamlarının burada bulunduğuna inanılıyor. Panteonun kapısında resim yazısıyla titanların savaşı anlatılmış.
Nanova meydanı çok geniş ve kalabalıktı. Seyyar satıcılar, müzisyenler, göstericiler, ressamlar ve onlarla ilgilenen insanlarla dolu.



Ertesi gün geziye Vatikan’la başladık. Vatikan’a girmek için sıra olduğundan erken kalktık. Burası kendi başına bir devlet sayılıyor. Kendine ait kale surları ve duvarları ile çevrilmiş. Vatikan’ın müzelerini gezmek için vaktimiz olmadığından sadece San Pietro Bazilikasını ve meydanını gezmiş olduk.
Bazilika çok büyük… İçerisi heykeller ve resimlerle dolu Her resim ve heykel kompozisyonu Hristiyanlık tarihinde bir olayı anlatıyor. Ön tarafa geçilmesin diye engel konulmuş. İnsanların içerde açık saçık giyinmesine izin verilmiyor, ihtiyaç varsa kapıda şallar satılıyormuş.
 Aslında Vatikan demek yüzyıllardır İslam'ı yok etmeye çalışmış, Hristiyanlığı paganizme uydurmuş, dini iktidar oyunlarına alet etmiş, fatiha suresinde veladdalliin olarak nitelenmiş bir topluluk demek. Buraları gezerken, Fatih Sultan Mehmet Han Hazretlerinin İstanbul'dan sonra Vatikan ahdi, Kanuni Sultan Süleyman Han Hazretlerinin Vatikan niyetiyle çıktığı Viyana seferlerini hatırlıyor ve onların torunları olduğumuz için gururlanıyoruz. onlara layık olabilmek için dua ediyoruz.



O kadar resimden dikkatimizi çeken Bazilika’nın kapısındakiydi. Bu din dışı kabul ettikleri insanları doğru yola (!) getirmek için kullandıkları işkence metotlarını anlatıyor.



San Pietro Meydanı çok büyük ve Katolik hacılarla dolu. Gruplar halinde ve en önde haç taşıyan bir din adamıyla birlikte ilahiler söyleyerek yürüyorlar. Bu da çok ilginç bir görüntü oluşturuyor.
Tabii çıkışta türbe önü alışveriş imkânı mevcut… Tiber nehri kıyısında yürürken bizde turistik yerlerde görülen hediyelik eşya pazarına uğruyoruz.


Oradan yürüyerek ulaşabildiğimiz en yakın yer Sen Angelo Kalesi. İmparator Hadrian adına yapılan kale hapishane olarak kullanılmış. İçini gezmeye vakit bulamadık ama içinde işkence odaları, hücreler ve mahkeme salonu olduğu söyleniyor. İdam mahkûmunun başı ise kalenin hemen önündeki köprüde günlerce sergilenirmiş.
Bu köprünün üzerinde çıplak erkek olarak betimlenmiş melek heykelleri bulunuyor. Bir zamanlar papanın evi olarak da kullanıldığı altında vatikana giden gizli geçitler olduğu söyleniyor.Bizim için üzücü bir yanı var bu kalenin. Fatih sultan Mehmet Han’ın kardeşi Şehzade Cem Sultan bu kalede yıllarca hapsedilmiş.


Tiber nehri kıyısındaki gezimizden sonra antik Romaya yöneliyoruz. Ama ne otobüs ne taksi bulmak mümkün değil. Metroya uzak bir mesafedeyiz. Meğer o gün maraton koşusu varmış.
Antik girmek için bir gün önceden bilet alınıyormuş. Gezilmesi de bir gün sürermiş. Biz dışından görmeyi tercih ediyoruz.
Paletin tepesinde cumhuriyet dönemine ait soyluların yaşadığı yapılar bulunuyormuş ama çoğu yıkılmış.
Sonunda filmlerden iyi bildiğimiz kolezyumu görünce ne kadar büyük olduğunu anlıyoruz. Zaten dibinde biriken insanlarla kıyas edince daha iyi anlaşılır.
Kolezyum, antik çağın stadyumu. Yarısı yıkılmış olsa da hala çok görkemli bir yapı. Adını imparator Collosus Nero’dan almış. Futbol maçlarının olimpiyat oyunlarının değil, hatta boğa güreşlerinin bile değil, insan dövüşlerinin, insanlarla vahşi hayvanların güreşlerinin arenasıymış antik Roma’da.
Suçlular ve devlet otoritesine karşı gelenler, sırf tebaayı sindirmek ve korkutmak adına burada birbirleriyle dövüştürülür ya da aslanların önüne atılırmış. Kazılarda insan kemikleriyle içiçe geçmiş vahşi hayvan kemikleri bulunmuş.
Açlık oyunları ve gladyatör filmini seyredenlerin bu görüntüler hakkında fikirleri vardır. Kapitole itaati sağlamak ve soyluları eğlendirmek için düzenlenen oyunlar. Kapitol başkent demek ve hala Roma için bu kelime kullanılıyor.



Çok büyük bir alanı kaplayan antik Roma’nın kapısı da sağlam kalmış: Konstantinus Takı. Başkentler her kralın zafer işaretleriyle doludur zaten. Antik roma’da bir çok tak var ama resimlemedim.


Antik Roma’nın şehir merkezi olan Forum’u da Capitol tepesinden seyrederek resimliyoruz. Burası o dönemin adalet, alışveriş ve dini merkezleriyle doluymuş. Forum merkez demek… Yaklaşık 2000 yıl öncesinden kalan yıkıntılar bile o dönem ne kadar görkemli olduğunu anlatıyor. Burada bir tapınak ve adalet sarayı görülüyor.


Hükümet binası ve stadyumun da bulunduğu kısımların temelleri görülebiliyor. En ilginç forum ise dünyanın ilk ticaret merkezi olarak kabul edilen, Trajan Forumu.
Forumu böyle yukarıdan seyrederken "Kul siru fil ardı fenzuru keyfe kane akıbetulllezine min kablu kane ekseruhum müşrikin." "De ki: Gezin yeryüzünde de bakın, görün önce gelip geçenlerin sonları neye varmış; onların çoğu müşrikti." ayetini hatırlıyoruz.
Dünyaya kazıklar çakmışlar ama bu dahi göçüp gitmelerine engel olamamış. Şirkleri zulümleri dünya zenginlikleri onları kurtaramamış.



Sonradan Forumu bir de İtalya’yı birleştiren II. Vittoria Emanuel için yapılan sarayın balkonundan seyrettik. Bu vesile ile Vittoria emanuel anıtını gezmiş ve Venezzia Meydanını da görmüş olduk.
Anıt saf beyaz mermerden yapılmış, Roma’daki diğer yapılara göre bile devasa boyutlarda bir bina. Romalılar çok abartılı bulup sevmezlermiş. Aslında Roma’daki bütün anıtlar insanı ezen, minicik hissettiren yapılar.


Bu anıt antik Forum ile Venezzia Meydanı arasında kalıyor. Venezzia Meydanında Mussolinin balkonundan konuşma yaptığı binayı görmüş olduk.





Akşam tekrar dışarı çıktığımızda, ilginç yerler gördük. Gerçeğin ağzı denilen insan yüzü şeklinde bir kilisenin duvarına yerleştirilmiş antik Roma’da Gerçeğin Tanrısı Bocca kabartması. İnsanlar elini ağzına sokunca eğer sevgilisine yalan söylüyorsa ısırdığını düşünüyorlar.

Roma gezisi bunlarla sınırlı değil elbette. Bu sayfalara sığan bu kadar. Tarihe meraklılar için çok iyi bir yer, Turistler için ilgi çekici. Biz Müslümanlar için ibret verici. 

Roma bin yılların başkenti olduğu için çok büyük. Batı dünyasının hep ulaşmak istediği hedef Roma'da gördüğümüz Paganizmin altın çağı.

Batının algısını, dünyaya bakış açısını kavramak için Roma'yı görmek iyi olur. İktidar oyunlarının, dünyaya hükmetmenin sömürmenin, mazlumu ezmenin kültürü burada yatıyor.

18 Mayıs 2016 Çarşamba

ROMA İLK İZLENİMLER



Bir şehre girerken duruma göre bizi ya havaalanı karşılar ya otobüs terminali ya da arabamızla gitmişsek şehrin bir silueti. İlk izlenim şehre vereceğimiz notu ya da orada yaşayabileceklerimizi az çok hissettirir.
Roma’ya Fuimicino Hava alanından giriyoruz. Bu arada ‘c’ler ‘ç’ okunuyor ve kelimelerin son hecesi uzatılıyor.
Fuimicino büyük ama eski bir havaalanı. Aslına bakılırsa bütün Roma eski bir şehir. Tarihten kalmış, eski olan her şey korunmuş. Binalar sokaklar hep tarihten kalmış. Sokakta gezerken kendimizi yüzyıllarca geride hissediyoruz. İnsanların bazıları sokakta ortaçağdan kalma kıyafetlerle dolaşıyor. Binalara ayıp olmasın der gibi.
Koskoca tarihi binaların alt katında, kemerlerin arasında bir bakkal, bir pastane, bir dükkân görmek bize çok ilginç geliyor. Sokakta, ortaçağdan kalmış binaların arasında, elinde cep telefonuyla konuşan, kaykayla, repçi kıyafetleriyle veya takım elbisesiyle dolaşan insanlar garibimize gidiyor. Bu tarihte kalmış şehirde çok eğreti duruyorlar.
Havaalanından taksiye binip eve varıyoruz. Yavrularımızın evine. Büyük bir heyecanla… Özlemişiz, bir an önce görmek isteriz. Meraktayız, nasıl bir evde yaşarlar, ne yer ne içerler, sağlıkları nasıldır?
Roma’nın surları bütün şehri kuşatıyor neredeyse. Surların dışına doğru pek yayılmış değil. Bizim gittiğimiz Tiburtina, surların dışında kaldığı için bindiğimiz taksinin şoförü bize kıt İngilizcesiyle sürekli “Burası çok uzak, şehrin dışında,” dedi durdu.
İtalyanlar çok konuşkan insanlar. Karşıdakinin anlayıp anlamadığına bakmadan sürekli konuşuyorlar. Güler yüzlü kişilerle karşılaştık, şükür.
Ancak İtalyancaya yabancı olduğumuzdan mı zamanda bayağı geriye gittiğimizden mi bilmem burası bana gezdiğim o kadar yabancı yerden daha da yabancı görünür. Tanıdık gelen ve çok beğendiğimiz bir şey varsa insan elinden çıkmamış, dev boyutlarda, çok yaş yaşamış fıstık çamları.
Eve girince aydınlandı yüzümüz. Yabancı bir yerde kendi canını bulmak ne güzel… Ev bir oda ve bir mutfaktan ibaret… Bir de balkonu olduğu için çocuklar burayı sevine sevine tutmuşlardı.
İtalya’nın diğer şehirlerinde tarım yaygın olduğu için aile birliği korunmuş ama Roma, Avrupa’nın diğer şehirleri gibi küçük ve bekârların yaşadığı evlerle dolu. Çocukların değil köpeklerin yaşadığı evler…
Sokaklar da köpek pislikleriyle dolu. Yani temizlik yönünden de ortaçağı pek aratmıyor. Kızım “Günde iki saat çalışan belediyenin temizliğe vakti olmuyordur,” diye espri yapıyor.
İtalyanlar siesta (öğle uykusu) olayını biraz abartmışlar. Sabah 11’de başlayan mesai 1’de öğlen uykusuna yerini bırakıyor. Sonra 4 ile 6 arası devam ediyor. İtalyanlar, işe değil, eğlenceye düşkünlermiş diye duyduk. O kadar yakından tanımadık tabii.

Çocuklar bizim için iki günlük bir gezi programı yapmışlar. Evde kızımın ilk defa misafir ettiği ailesine hazırladığı bir çeşit sebzeli mantarlı pilav olan ‘risotto’ yu yedik. Sonra aceleyle dışarı çıktık.

11 Mayıs 2016 Çarşamba

ROMA HAZIRLIĞI


Her yolculuğun bir sebebi, döndükten sonra gönlümüzde meydana gelen bir anlamı ve geride kalan hatıralarımız var. Roma yolculuğu diğer turistik gezilerden farklı bir anlam taşıyor bizim için. Kısa süre önce evlendirdiğimiz yavrumuzu görmek öncelikli sebep. Sonra Roma’yı görme isteği geliyor.
Yavrum düğünden hemen sonra eşiyle beraber öğrenci değişimi programı çerçevesinde Roma’ya gitti.  Bir altı ay orada dünyanın ilk mimarlık fakültesinde okuyacaklar. Gideli üç ay oldu ve biz onları hem özledik hem yeni evliler ne durumdadır merak ettik. Roma’yı gezmek de istiyoruz elbette.
Yolculuğa hazırlık dönemi oldukça stresli geçti benim için. Biletlerin alınması, valizlerin hazırlanması heyecanlı geçiyor. Çoğunlukla duygusal davranıyorum. Çünkü niyete göre yapılan iş farklı suretlere bürünüyor.
Kızıma orada bulamadıkları başta et olmak üzere biraz yiyecek götürmek istiyorum. Damadımızın annesi de bir şeyler göndermek telaşında. Anneannesi babaannesi hala ve dayıları gidip yavrumu göreceğiz diye seviniyorlar. Herkes bir şeyler gönderme gayretine giriyor. En çok da selamlarını…
İşte bu ahval üzere son gün geldiğinde valizleri yiyeceklerin havaalanında geri çevrilmesi korkusuyla topluyorum.
Önce İstanbul’a gidiyoruz. Roma uçağı Sabiha Gökçen’den kalkacak. Önce damadımın anne-babasına uğruyoruz. Onlar da gideceğimiz için heyecanlı, kendileri gidemediği için üzgünler. Bir bavul dolusu yiyecek gönderiyorlar bizimle. Elbette selamlarını ve sevgilerini… Hava alanına kadar götürüp uğurluyorlar bizi…
Akşamdan çocuklar taksiyle geleceğimizi söylüyoruz. Böylece onlar bizi evde karşılayacaklar. Havaalanına gelemedikleri için canları sıkılmıyor değil. Arabaları olduğunda o da olur inşallah.

Küçük kızlarım da ablalarını görmek için sabırsızlar. Sonunda uçağa bindiğimde bakıyorum ki, yavrularımla aramızda sadece iki buçuk saat kalmış.

3 Mayıs 2016 Salı

KUDÜS YOLCULUĞU MİRAC YOLCULUĞU

Mescidi Aksa 
Kudüs gezisi için yola çıktığımızda, rehberimizin hatırlattığı ilk şey şu oldu: “Kudüs yolculuğu, miraç yolculuğudur.” Bütün gezi de zaten bu hava içinde geçti.
Kudüs yolculuğu aynı zamanda bir cihad yolculuğudur. Bu konuda da Resulullah (s.a.v.) Efendimiz “Kudüs toprakları kıyamete kadar ribat (nöbet bekleme) topraklarıdır,” buyurmuşlar. Sebebini ziyaretimiz sırasında daha iyi anladık.
Bu yolculuk bize manevi dereceler kazandırdı mı Allah bilir. Ancak bu yolculuk bize hem imani hem de ameli ve ahlaki bazı vazifelerimizi yeniden değerlendirme ve anlama imkânı kazandırdı.
Otelimize yerleşip gece istirahat ettikten sonra gece kalkıp sabah namazına bir saat kala ilk ezanla beraber Mescid-i Aksa’ya vardık. İlk ezan teheccüd için, ikincisi sabah namazı için. Akşam hemen gelmek istemiştik ama geceleri kapalıymış. Bunu öğrenince çok üzülmüştük.
Namaz çıkışı gördüğümüz manzara bizi ağlattı. Filistinli kardeşlerimiz sırf cemaat kalabalık olsun diye şehrin en uzak yerlerinden dahi sabah namazına geliyorlar. Bazı kardeşlerimiz Aksa nöbeti tutuyor. Her namazın arkasından ilim halkaları dolup taşıyor. Kısa süre önce Kudüs müftüsü tutuklanmış bu yüzden.
Mescid-i Aksa, Kudüs’ün doğusunda surlarla çevrili eski şehrin güney doğu köşesinin en uzak noktasına kadar uzanan, surla çevrili bölge içerisindeki alanın tamamıdır. Bu alanın yüzölçümü yaklaşık 144 dönüm ve Kubbet-üs-Sahra, Kıble Mescidi ve sayısı iki yüze ulaşan birçok esere ev sahipliği ediyor.
Mescid-i Aksa "Morya Tepesi" denilen küçük bir tepe ve üzerine inşa edilmiş. Kubbetüs-Sahra'nın üzerine kurulduğu ve Efendimiz (s.a.v.)’in üzerinde durarak miraca çıktığı kaya “Hacer-i Muallaka” bu tepenin en yüksek noktası olarak kabul edilir.

Kudüs, Allah’ın hakkında ayet nazil buyurduğu mübarek belde… “Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”(İsra-1)
Mescidi Aksa, Kâbe’den sonra yeryüzünde inşa edilmiş ikinci mescit… “Yeryüzünde üç mescit için yolculuğa çıkın” buyurmuşlar Sevgili Peygamberimiz! Bunlardan ikisi Harameyn-i Şerifeyn olarak bildiğimiz, Kâbe-i Muazzama ve Mescid-i Nebevidir. Üçüncü mescit ise Kudüs şehrindeki Mescid-i Aksa’dır. (Buhari, Mescid,1/6; Savm 67)
İslam’ın ilk kıblesi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in gece yürüyüşü (İsra) ile gittiği ve oradan Mirac’a yükseldiği Mescid-i Aksa’nın bulunduğu Kudüs, mübarek bir beldedir. Resulullah (s.a.v.) Kudüs’e özel bir önem vermiş, “Beytü'l-Makdis’e gidin, oraya gidemezseniz, hiç değilse o mescide bir hediye gönderin" buyurmuştur.
Mescidi aksanın altını kazıyorlar. amaç yıkılmasını sağlamak.
Dolayısıyla bu gezi kuru kuruya bir gezi değil, bir vefa ziyareti, bir sıla-i rahim oldu. Atamız Hz. İbrahim’e ve yeryüzünde tevhidin temsilcisi evlatlarına ziyaret, Resulullah (s.a.v.)’in miraca yükseldiği mekânı görme, miracı anlamaya çalışma, şu an esaret altında olan, mümin kardeşlerimize destek ziyareti oldu.
Kudüs şehri iki gün gezmekle bitmedi. Büyük bir heyecanla, yemek bile yemeden, çarşı Pazar görmeden yapılan bu gezi, Kudüs’ü tam olarak tanımaya yetmedi. Daha çok kalmalıydı orada. Tekrar tekrar gitmeli hem de…
Kudüs yolculuğu esnasında, birçok gerçekleri müşahede imkânı bulmuş olduk. Miracın sadece namaz değil, aynı zamanda ruhen, manen, ahlaken bir yükseliş olduğunu anladık bu gezide.
Orada, Hacer-i Muallaka’nın yanında namaz kılarken ve dua ederken düşündük; “Miraç, niye Kudüs’ten gerçekleşmiş?” Çünkü birçok peygamber, aynı şekilde buradan miraca yükselmiş. Muhakkak bu toprakları Allah mübarek kıldığı için.
Fatiha suresindeki “ğayri’l-mağdubi aleyhim” ifadesini, niçin her gün kırk defa okuduğumuzu daha iyi anladık. Efendimiz(s.a.v.)’in bize bildirdiğine göre bu ifadede kastedilen grup Yahudiler ve onlar gibi davrananlardır. Bakara Suresinin nerede ise tamamı Yahudilerin niçin gazaba uğradıklarını açıklar.
Kudüs’te yaşananları yerinde gördükten sonra ayne’l-yakin bu gerçeği anlamış olduk. Ancak İslam ümmetinin de gazaba uğrama tehlikesi altında olduğunu daha iyi anladık. Mesela, “Bananecilik” İsrailoğulları’nın gazaba uğramasına sebep olan bir hastalık idi. Şu an biz bu duruma düşmüşüz. Gözümüzün önündeki zulme sessiz kalabiliyoruz.
Yine bu kavmin niye gazaba uğradığını gösteren bir şey de onların bir zamanlar kendilerine zulmeden Firavun’dan daha ileri gitmiş olmalarıdır. Yani mazlum rolünde değillerse zalim rolündeler. Bu da sonlarının yakın olduğunu gösteriyor. Aslında kendileri de bunun farkındalar ve bu yüzden aşırı hırçın davranıyorlar. 
Bugün bizler kendi küçük dünyalarımızda yaşarken, genellikle etrafımızda olup bitenlerle ilgilenmiyor ya da olanları modern dünyanın bize dayattığı bir gözle anlıyoruz. Filistinli kardeşlerimizi bir an bile unutmamamız gerekirken, unutmuş, onları kendi hallerine bırakmışız. Bu yüzden başbakanın bir sözü dahi onların yüreklerinin ısınmasına, geleceğe umutla bakmalarına sebep olmuş.
Bizim sadece onları ziyaretimiz bile büyük bir sevinç kaynağı oluyor. Türkiye bizim arkamızda fikrini ediniyorlar. Kudüs sokaklarında dolaşırken birçok Filistinli kardeşimiz elimizi sıkıp ziyaretimiz için teşekkür ettiler.
Bunun yanı sıra ziyaretlerimiz Yahudiler için korku vesilesi… Zaman zaman Mescid-i Aksa’ya girişleri kısıtlıyor, ziyaretçi gruplarına hırçın davranıyorlar. Hz. İbrahim Efendimiz’in Medinesi sayılan Elhalil şehrinde, ziyaretten dönerken grubumuz dar bir sokakta silahlı İsrail askerleri tarafından sıkıştırıldı.


Şunu iyi anlamalı ki, Kudüs’ü ziyaret eden fiilen cihad etmiş gibidir. Mescid-i Aksa’da namaz kılan Miracı daha iyi anlayabilir.

Biz bu geziden dönerken karar verdik ki, bundan sonra Efendimiz (s.a.v.)in tavsiyesine uyarak, Kudüs’ü tekrar tekrar ziyaret edelim ya da hediyelerimizi, maddi imkânımız yoksa da dualarımızı gönderelim. Kudüsü ve Mescid-i Aksa’yı ziyaret etmernin önemini kardeşlerimizle paylaşalım ki, bu mübarek beldelerimiz bu garibanlıktan, bu zulümden bir an önce kurtulsun.


Ocak 2010

BEKLEYİŞ

Bekleyiş, bekleyiş, bekleyiş… Kutlu beldelere gitmek için önce kendi içimizde başlar bekleyiş. İmkânların hazır olmasından ziyade manevi bir...