Bir şehre girerken duruma göre bizi ya havaalanı karşılar ya
otobüs terminali ya da arabamızla gitmişsek şehrin bir silueti. İlk izlenim
şehre vereceğimiz notu ya da orada yaşayabileceklerimizi az çok hissettirir.
Roma’ya Fuimicino Hava alanından giriyoruz. Bu arada ‘c’ler
‘ç’ okunuyor ve kelimelerin son hecesi uzatılıyor.
Fuimicino büyük ama eski bir havaalanı. Aslına bakılırsa
bütün Roma eski bir şehir. Tarihten kalmış, eski olan her şey korunmuş. Binalar
sokaklar hep tarihten kalmış. Sokakta gezerken kendimizi yüzyıllarca geride hissediyoruz.
İnsanların bazıları sokakta ortaçağdan kalma kıyafetlerle dolaşıyor. Binalara
ayıp olmasın der gibi.
Koskoca tarihi binaların alt katında, kemerlerin arasında
bir bakkal, bir pastane, bir dükkân görmek bize çok ilginç geliyor. Sokakta, ortaçağdan
kalmış binaların arasında, elinde cep telefonuyla konuşan, kaykayla, repçi
kıyafetleriyle veya takım elbisesiyle dolaşan insanlar garibimize gidiyor. Bu
tarihte kalmış şehirde çok eğreti duruyorlar.
Havaalanından taksiye binip eve varıyoruz. Yavrularımızın
evine. Büyük bir heyecanla… Özlemişiz, bir an önce görmek isteriz. Meraktayız,
nasıl bir evde yaşarlar, ne yer ne içerler, sağlıkları nasıldır?
Roma’nın surları bütün şehri kuşatıyor neredeyse. Surların
dışına doğru pek yayılmış değil. Bizim gittiğimiz Tiburtina, surların dışında
kaldığı için bindiğimiz taksinin şoförü bize kıt İngilizcesiyle sürekli “Burası
çok uzak, şehrin dışında,” dedi durdu.
İtalyanlar çok konuşkan insanlar. Karşıdakinin anlayıp
anlamadığına bakmadan sürekli konuşuyorlar. Güler yüzlü kişilerle karşılaştık,
şükür.
Ancak İtalyancaya yabancı olduğumuzdan mı zamanda bayağı
geriye gittiğimizden mi bilmem burası bana gezdiğim o kadar yabancı yerden daha
da yabancı görünür. Tanıdık gelen ve çok beğendiğimiz bir şey varsa insan
elinden çıkmamış, dev boyutlarda, çok yaş yaşamış fıstık çamları.
Eve girince aydınlandı yüzümüz. Yabancı bir yerde kendi
canını bulmak ne güzel… Ev bir oda ve bir mutfaktan ibaret… Bir de balkonu
olduğu için çocuklar burayı sevine sevine tutmuşlardı.
İtalya’nın diğer şehirlerinde tarım yaygın olduğu için aile
birliği korunmuş ama Roma, Avrupa’nın diğer şehirleri gibi küçük ve bekârların
yaşadığı evlerle dolu. Çocukların değil köpeklerin yaşadığı evler…
Sokaklar da köpek pislikleriyle dolu. Yani temizlik yönünden
de ortaçağı pek aratmıyor. Kızım “Günde iki saat çalışan belediyenin temizliğe
vakti olmuyordur,” diye espri yapıyor.
İtalyanlar siesta (öğle uykusu) olayını biraz abartmışlar.
Sabah 11’de başlayan mesai 1’de öğlen uykusuna yerini bırakıyor. Sonra 4 ile 6
arası devam ediyor. İtalyanlar, işe değil, eğlenceye düşkünlermiş diye duyduk.
O kadar yakından tanımadık tabii.
Çocuklar bizim için iki günlük bir gezi programı yapmışlar.
Evde kızımın ilk defa misafir ettiği ailesine hazırladığı bir çeşit sebzeli
mantarlı pilav olan ‘risotto’ yu yedik. Sonra aceleyle dışarı çıktık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder