6 Nisan 2018 Cuma

ARAKAN ÜMMETİN VİCDANI





2. Gün
13 Mart 2018 
Bugün Cox Bazarda ikinci günümüz. Yeniden Arakan kamplarındayız. Dün keşif gezisi yapılmıştı, asıl aksiyon bugün.
Dün akşam kesilen beş tane ineğin eti gece doğranmış pişirilmiş ve birer kiloluk kaplarda paketlenmiş şekilde önümüze geldi. Burada göçmenlere altı ayda bir et verildiğini öğrendiğimde çok üzüldüm
Maşallah çalışkan bir ekip var burada; SKB ekibi... 
Ayrıca biz buraya gelene kadar hazırlık yapıp giysi, temizlik malzemesi, pirinç, mercimek, soğan, patates ve baharat paketlenip hazırlanmış. Bizde tuz neyse burada baharat o.
Dağıtıma askerler yardımcı oluyordu. Sistem şu şekilde: insanlar girişte ihtiyaçlarını bildirip kart alıyorlar. Kartlarında yazılı olan şeyin sırasına giriyorlar ve sonunda içeri girip paketlerini alıyorlar. Görevliler bunu dikkatle organize ediyor.
Yumuşak başlı insanlar oldukları için sıraya giriyor ve uyum sağlıyorlar.
Biz önümüze gelen insanlara paketlerini verdik sadece. Bütün organizasyon sizlerin maddi manevi katkılarınız buradaki kardeşlerimizin çalışmalarıyla yapılmış.
Yazılacak çok şey var ama çalışmalara öncelik vermek istiyorum. 

Hayatımda ilk defa yardım dağıttım. O kadar sıcakkanlı insanlar ki her biri paketini almaya geldiğinde selam veriyor. Dil bilmiyoruz ama gözlerimizle hal hatır ediyoruz. Bu inanılmaz bir duygu. Herkese tavsiye ederim. Vermek demek almak demek aslında… Ve aldığınız şeyin kıymeti hiç bir maddi ölçüye sığmaz.
Kadınlar çocuklar ve yaşlılar paketlerini alırken gözüme bakıyor ve mutlu oluyorlar. Ancak çalışabilecek durumda olan erkeklere verirken çok utandım. Çünkü onlar yere bakıyordu. Bangladesh hükümeti çalışmalarına izin vermiyor ve geri de gidemiyorlar.
Bazı erkekler derneklerin işlerinde, ev, yol, altyapı çalışmalarında iş bulmuş. Bakkal dükkânı açanlar da olmuş ama pek müşterileri yoktu. Kaçak çalışanlar da varmış.
Hicret buymuş meğer ve ne zormuş.
13 Mart 2018 öğleden sonra:

Sıra hastaneleri gezmeye geldi. Burada bulunuşumuzun sebebi sağlık alanındaki ihtiyaçları tesbit etmek aslında.
İslam Sağlık Birliğinin Bangladeş üyesi Small Kidness Bangladeş SKB’nin kamplarda 10 ayrı polikliniği var. Tabii ki çadırdan yapılmış, ya da bambudan.
Bambu bizim oralarda pahalı ama burada en ucuz malzeme...
Polikliniklerde kadın ve erkeklerin ayrı bölümü ve doktorları var. İlacı doktor yazıyor ve eczane bölümünden ellerine veriyorlar. Derme çatma da olsa bir düzen kurulmuş.
Dr. Kasım ve Dr. Muammer Beyler ikisi de FTR Uzmanı. Fizik tedavi hastalarına baktılar. Önceden haber verildiği için bu tür hastalar gelmiş bugün.
Türkiye’den temin edilen tekerlekli sandalye ve koltuk değneklerini uygun hastalara verdiler. 
Hastaneye birinin kucağında ya da sürünerek gelip de sandalyelerine oturarak gidenlerin mutluluğu da görülmeye değerdi doğrusu.
Ben de bayan doktor ve hemşire ile sohbet ettim biraz. Günde 200 hasta bakıyormuş. Genç bir hanım. Yoruluyor ama hayırlı bir iş yaptığı için mutlu. Bana Erbakan hocamızı tanıdığını fikirlerini benimsediğini Türkiye’deki kardeşlerini örnek aldıklarını ve çok sevdiğini anlatıyor. Tabii ben çok duygulanıyorum. Sonra sarılıp kucaklaşıp ayrılıyoruz.
Ve en son bizim hastanemize gidiyoruz, kahraman doktorlarımızı görmeye. Sağlık Bakanlığı bir hastane açmış, doğumevi, ameliyathanesi, uzman doktorları olan tam teşekküllü bir hastane. Bambudan inşa edilmiş elbette ama burada üniversite hastanesi kalitesinde. Hatta şehirdeki hastanelerden bile çok üstün durumda.
Hastanenin binasını altyapısını AİD yapmış. İHH cihazlarla ilgilenmiş. Sağlık Bakanlığı işletiyor. Geri kalanı kahraman doktorlarımızda...
Toplamda günde 850 hasta bakılıyormuş. Ameliyatlar ortopedi hastaları. Sezeryan ameliyatı bile yapmışlar. Sekiz ayrı alanda uzmanımız var. Buraya iki aylık görevlendirme ile geliyorlarmış. Her biri evinden çoluk çocuğundan ayrılıp gelmiş. Büyük bir fedakarlık… Yüzlerinde ne bir bıkkınlık vardı ne yorgunluk. 
Biz varır varmaz kaynaşıyoruz hemen. Sohbet muhabbet. İslam Sağlık Birliğinde çalışmak istiyor bazıları. 
“Baktığımız hasta yeterli,” dememişler. Kamplardaki diğer kuruluşların polikliniklerini ziyaret edip ameliyatlık hastaları karmaşık vakaları buraya yönlendirmelerini karşılıklı işbirliği yapmayı teklif ediyorlarmış. 
Zaten böyledir. İyiliğin tadını alan bir daha bırakamaz.
Bangladeş Dakkada son günümüz 


Gazipur’da rehberimizin ailesini ziyaret ettik Rehberimiz Şefikul-İslam Ankara’da okuyor ve SKBnin üyesi. 
Ailesinin bizzat açmış olduğu çocuklara dini eğitim de verilen yetimhaneyi ziyaret ettik. Çocukların bizim için hazırladıkları programı izlerken çok duygulu anlar yaşadık.
Açıkçası burası Arakan değil başkent Dakka’nın yanı başında büyük sayılacak bir şehir olmasına rağmen yaşam şartları göçmenlerle pek de farklı değil. 
Bununla beraber yetimlere kucak açmışlar.
Akşam yola çıkmadan önce SKB ile son bir toplantı yapıp durumu değerlendirdik ve gelecekte ve yakın gelecekte yapabileceğimiz etkinlikler hakkında konuştuk. 
Bizi ağırladıkları ve bu hayırlı vazifeleri yaptıkları için dernek başkanı Rıdvan Beye teşekkür ettik. 
Bangladeş genel olarak gelişmeye açık bir ülke. Kendi zor şartları içinde Arakanlın kardeşlerine yardım ediyorlar. Önceki yazılarımda bunlardan bahsetmiştim. 
Bengal milleti aslında Arakanlılar için elinden geleni yapmış. Kendileri gibi bir yaşam vermeye çalışıyorlar. Ve çok desteğe ihtiyaçları var.
Bu saatten sonra Dünya İslam Sağlık Birliği Sağlık-Der ve Mahmudiye vakfı olarak muhacirlerin hayrına çalışmalar sürdüreceğiz inşallah. Dua desteklerinizi bekleriz.

3 Nisan 2018 Salı

ARAKAN ÜMMETİN VİCDANI


 1. Gün
Burası Cox Bazar, Myanmar sınırı. Dünya İslam Sağlık Birliği’nin çalışmalarına katılıyorum. Mahmudiye Vakfı adına buradayım. 
Small Kidness Bangladeş adında bir dernekle çalışıyoruz. Yerel bir dernekle çalışmak zorunlu çünkü dili bölgeyi ve şartları bilmiyoruz. SKB Dünya İslam Sağlık Birliği WIHU üyesi. Aynı zamanda İHH ve TİKA ile çalışıyor. Hükümetimizin desteklediği bir kuruluş… 
Çok ihlaslı ve fedakâr insanlar. Kamplarda okulları yetimhaneleri ve hastaneleri var. Çok güler yüzlü ve kibar davranıyorlar göçmenlere.
Öncelikle bizi kamplarda gezdiriyorlar. Öyle şeyler görüyoruz ki, gerçek manada ne söylemek ne yazmak mümkün değil. Ancak hicretin ne olduğunu, muhacir olmanın ne olduğunu, niye bu kadar sevabı olduğunu orada anlıyoruz.
Kamplardan oluşan koca bir şehir burası, 700 000 nüfusu var. Birçok özel kuruluşa ait kamplar var.
Kamplar bambudan ve tenekeden yapılmış küçük evlerden, toprak yollar, bambu merdivenler, teneke tuvaletler, hastaneler, okullar, pazarlar ve bakkal dükkânları ve elbette binlerce Rohingyalı göçmenden oluşuyor. 
Sıra sıra ve neredeyse iç içe evler tepeleri doldurmuşlar. Ev dediysem; baraka… Tuvaletler dışarda, kanalizasyon yok, sokakların aralarından akıyor atık sular, sivrisinekler ve hastalık riski çok. 
Neyse ki, her sokağın başında su kuyuları açmışlar. Su büyük bir nimet burada... Erkekler kuyunun başında yıkanıveriyor. Zaten peştemal takıyorlar günlük hayatta. O da üzerinde yıkanmış oluyor. Sıcakta zaten çabucak kurur. Muhtemelen ikincisi de yoktur. Çocuklarını da yıkıyorlar ama kadınlar nerede yıkanıyor bilemedim. 
Evlerin, barakaların içinde iki oda ve bir mutfak var. Oda dediysem iki kişinin yatabileceği bir alan… Beton dökülmüş yere, hasırın üstünde yatıp uyuyorlar. Mutfaklara toprak ocak yaptırmış SKB. Yere bizim sacayak yerine kerpiçten iki deliği olan bir ocak. Bangladeşin evlerinde de bundan kullanıyorlar. Bambu yakıyorlar. Kap kacak da vermişler herkese.
Yatak yardımı için soruşturduk ama “Buralarda, köylerde insanlar zaten böyle yaşıyor, hayat tarzı bu,” dediler. İçimize bir iki damla serpiliyor.
Muhacirler topraktan yaptıkları kerpiçlerle yol yapıyorlar, bambu ile ev. Pazar kurmuşlar kendilerine ama para yok ki satış olsun. Sürekli yiyecek dağıtım yerlerinden uzak mahallelere kadar çuvalla pirinç taşıyanlara rastlıyoruz.
Sonra kampta rastgele bir aileyi ziyaret ediyoruz, yaşantılarını görmek için. Dil bilmiyoruz. Bizi tanıştıran tek bir ortak söz; Esselamü Aleyküm!
Rohingyalıların dindar insanlar oldukları görülüyor. Her evde mutlaka Kuran-ı Kerim var. Kadınlar tesettürlü, bütün oğlan çocuklarının adı Muhammed’le başlıyor. Kampların her mahallesindeki bambu camilerin her birinin imamı var ve cemaatle namaz kılınıyor.
Çok saygılı sessiz sakin insanlar. Onca kalabalıkta bir gürültü, pazarda, dağıtım merkezlerinde bir patırtı duymadık. Çocukları da öyle saygılı ve kibar, el açıp isteyen görmedik hiç.
Bu yokluk ve zorluğun içinde bir varlık var ki bu insanları en yüksek mertebeye oturtuyor bizim gözümüzde: İman!
Yüzleri güleç insanların, dinleri için vatanlarından hicret etmişler. Nasılsın sorusuna tek cevapları var; Elhamdülillah!
Şu anda her yer kumla kaplı. Yağmur mevsimi geldiğinde buralar vıcık vıcık çamur olacak. O zaman tabanı yere yapışık olan barakalarda çamurun içinde yatacaklar. Barakaların yerden kaldırılması gerek. Şu anda SKB’nin önceliği bu konu… İHH ile yerden yüksek bambu evler yapıyorlar. İyi ki bambu var.
Bazı dernekler evleri yapmış, bazıları kuyu açmış, bazıları okul hastane, bazıları kanal, bazıları yol… Bazı dernekler evlere ocak yaptırıvermiş. Kimi kap kaçak vermiş kimi yiyecek kimi giyecek...
Tam bir iş bölümü… Tıkır tıkır işleyen bir sistem kurulmuş.
En çok biz tesir etmişiz oradaki yardımlara, en çok Cumhurbaşkanımızın gayretleri çok etkili olmuş. Bunun için defalarca teşekkür ettiler bize.
Acaba biz çok mu geç kalmışız yardım için diye düşünürken eksikleri konuşuyorlar yetkililer. Her daim yiyecek ve giyeceğe, suya, ilaca, doktora, hastaneye, okula ihtiyaç var. Son ikisine daha çok misyonerler el atmış.
Genel bir geziden sonra, SKB’nin polikliniklerini gezdiriyorlar bize. Doktorlarla tanışıp hastalara ilaç verdi Kasım Bey, reçeteleri kontrol etti. Muammer hoca hasta muayene etti ve teşhisleri onayladı. Doktorlar Bangladeşli yeni mezun gönüllü gençler, maşallah.
Çadır hastanelerinde erkeklere erkek, kadınlara kadın doktor bakıyordu. Dâhiliye, çocuk, kadın doğum ve cerrahi bölümleri var. Ancak pek cerrahi imkânlar yok. Doktor reçeteyi yazıyor ve hemen yan bölmedeki eczaneden de ilacını alıyor hasta
En son bir okulu ziyaret ediyoruz. Burada her anımız çok duyguluydu ama çocuklarla daha da yoğunlaştı. Çocuklarla yabancı veya kötü hissetmiyoruz. Onlar bakışları içimizi ısıtıyor ve birden onlardan biri olup aralarına karışıyoruz.
Burası her sınıftan çocuğun aynı mekânda ders yaptıkları bir okul ve elbette bambudan yapılmış. Aynı zamanda yemekhane, mescit, toplantı salonu… Aynı zamanda anaokulu oyuncakları var. Onları da bir yardım kuruluşu bağışlamış. Çocuklarsa onlarla oynamayacak kadar olgunlaşmış gibi.
Okullarda çocuklar önce Kuran-ı Kerim, Arapça ve dini dersler öğreniyorlar. Müfredatta İngilizce de var ve bu onlar için hayati öneme sahip. Çünkü Bengalce ile Arakan dili de farklı.
Çocukların çoğu kimsesizmiş ve onlarla da diğer göçmen aileler ilgileniyormuş. Çocuklar sabah gelince kahvaltı yapıyor, dersten sonra da öğle yemeği yiyip dağılıyorlarmış.
Biz vardığımız sırada sofralar kurulmuştu. Tam 200 çocuğa bir sofra. Yemeklerin dağıtımına yardım ettik. Kuran okumalarını ve şarkılarını dinledik. Beraber resim çektirdik. Bir Tebbet suresi okuyuşları vardı ki, ciğerimiz dağlandı. Ebu leheplere lanet okumanın tam da yeriydi burası.
Ve ben o çocukların düzenli bir şekilde oturup yemek yiyişlerini, tabaklarını sünnetleyişlerini, yanlarındaki su ile ellerini yıkayışlarını, tabaklarını götürüp yerine koyuşlarını hayretle izledim. Ne itiş kakış vardı, ne yemek beğenmemezlik, ne mızmızlanma... En son iki nöbetçi çocuk sofraları toplarken hocaları da hasırları süpürdü ve beraber resimler çektirdik.
İlk geldiğimde kriz zamanlarında büründüğüm ruh halimle duygularım donmuş hissiz kalakalmıştım sanki. Böyle bir hayatı idrakim almıyordu. Bu çocuklardan ayrılırken ben artık değişmiştim. Bir daha eskisi gibi olmayacaktım. Acımıyordum, merhamet ediyordum, yanlarındaydım, oracıktaydım, ensardım şimdi, mutluydum. Ben onlara değil de onlar bana daha faydalı olmuşlardı. Yarını iple çekiyordum.

Gülsüm Sezen 
12.03.2018









10 Şubat 2018 Cumartesi

İNGİLTERE GEZİSİ 3

3 Ocak 2018 Londra’da yağmurlu gezi
Londra’ya Saat 4’ten sonra vardığımız için akşam karanlığı ve yağmur bizi karşılıyor.  Londra’yı ilk gördüğümde hoşuma gidiyor. Büyük ve hareketli şehirleri seviyorum. Şehre girişimizden itibaren yollar, ışıklar, hareketli trafik bizi içine çekiyor.
Londra bir günde gezilmez ama maalesef sadece bir günümüz var. Bir günde Sultanahmet ve Ayasofya’yı gezmiş ve “İstanbul’u gördüm,” demiş gibi olacağız.
Otelimiz Thames nehrinin kenarındaydı neyse ki. Westminister Köprüsünün başında ve Big Ben’e karşıdan bakıyor. Hatta 45 sterlin fazla ödeyerek Big Ben manzaralı odada kalabileceğimizi bile söylediler. Sterlin tl’nin beş katı değerinde olduğu için ben bu gezide bayağı cimri davranıyorum. Zaten arabaya otopark parası da ödedik. Burada her şey parayla… Londra merkezde otoparkı olan otel bile bulamadık.

Londra gezi rehberlerinde işaret edilen çoğu turistik yeri nehir boyunca yürüyerek karşıdan gördük öncelikle. 

London Eye denilen dönme dolaba binmeye korktuk. Nehirde vapur gezisinin saatlerini kaçırdık. vakit dar olduğu için iki günlük hop-on hop-off otobüs biletini kaçıdık. 

Geriye yürüme kaldı. Akşam akşam nehir kenarında, yağmur altında romantik bir yürüyüş oldu. O kadar kendimizi kaptırdık ki, bir buçuk saat nehir kenarında yağmur altında yürüyüp Tower Bridge’e ulaştık.

Thames nehri kenarında çok köprü var ama bu en gösterişli olanı. Köprünün iki başında iki kule var. Bunlar müze olarak kullanılıyormuş ve aşağıda trafiğin aktığı bir köprü var. Bu köprünün bazı zamanlar tam olarak açıldığı meşhurdur. Tabii bunu görmek için tarihlerini bilip denk gelmek lazım. Kulelerin üst katlarından başka bir köprü daha var.  Burası gösteri amaçlı kullanılıyormuş. Biz aşağıdan resimlerin çekebildik.
Fırtına’da Londra,
Sabahleyin Londra gezmeye daha çok vaktimiz olsun diye erken kalkıp sokağa çıktık ama başımıza ne gelsin. Fırtına… İnsanı uçuran bir fırtına var. Bu bizim yürüyerek Londra turumuzu suya düşürdü. 15 dk. mesafedeki Buckhingam Sarayına taksiyle gitmek zorunda kaldık.
İngiltere’nin meşhur yuvarlak eski model taksilerini ve yuvarlak şapkalı polislerini biz Ten-Ten filminden hatırlarız. Hala aynı model taksiler kullanılıyor.  Meşhur kırmızı telefon kulübelerini de kaldırmamışlar. Şehre romantik bir hava katıyor.Biz yirmi yıl önceki eşyaları bile kaldırıp atıyoruz. 

Buckingham Sarayı Kraliçenin yaşadığı ve İngiltere yönetimine ait olan saray. Big Ben ise Birleşik Krallık parlementosu. Herşeye rağmen manga değişimi törenine denk geldik ama kalabalıktan dolayı törenin bir kısmını seyredebildik.Sarayın önünde tören yapan askerler de hala yüzyıllar öncesinden kalan kıyafetlerini giyiyorlar. 

Soğuktan içeride gezecek yerler aranırken karşımıza Kraliçe’nin eşyalarının sergilendiği bir müze çıkıyor. Fiyatını söylemeyeyim burada, müzeyi bırakıp hediyelik eşya mağazasında dolandıktan sonra bir cesaret, 15 dk uzaklıktaki Hyde Parka gidiyoruz ama fırtınadan dolayı yarım saatten fazla sürüyor yol.
Hyde Parkın içindeki birkaç yılda bir kurulan, Winter Wonderland adlı panayır merkezini görecektik, parkın iç tarafındaki etkinliklere göz atacaktık ama fırtına izin vermiyor. Daha parkın kapısında kendimizi bir taksiye zor atıyoruz.


Yaşadığımız şoku atlatana kadar odaya dönüp yeni bir plan yapmaya karar veriyoruz. Kapalı alan gezmeliydik ya da arabayla turlamalıydık. Biritish Museum noel tatili dolayısıyla kapalıydı. Botanik mğzesi soğuk olabilirdi.Otelden çıkış yapıp valizleri arabaya yükleyip koyulduk yola. Big Ben’in yanından geçtik ve Trafalgar Meydanını, Oxford caddesini arabayla geçtik. 
Trafalgar meydanı bizim Ankara’nın Ulus Meydanı kadar bir yerdi. Oxford caddesi de zenginlerin alışveriş yaptığı çok lüks ve gösterişli bir yer olacaktı ama bizim İstanbul’un Bağdat caddesinden büyük müydü bilemedim. Belki de arabayla geçtiğimiz içindir.
Ünlü Sherlok Holmes romanlarında yetenekli dedektifin evinin bulunduğu Baker sokağının da içinden geçelim dedik. Bir de ne görelim. Sherlok Müzesi ve Watson eczanesi. İki katlı küçük bir ev… Önünde o kadar büyük bir ziyaretçi sırası vardı ki sadece resim çekmekle yetindik.


Londra’da alışveriş merkezi, çarşı pazar çok fazla… Zaten bizim gördüğümüz koca şehrin minik bir kısmıydı. Sadece turistlerin ilgisini çok çekiyor denilen Camden Lock adında, bütün dünyadan esnafın yerini aldığı, kredi kartı kullanılmayan, bu yüzden hippi tarzı denilen insanların yerel kıyafetle gezdiği bir pazara gittik. Çok eğlenceli oldu. Çok ilginç objeler vardı.


Camden Town tamamen alış veriş yapılan bir semt ve Camden Lock demiryolu köprüsünün altında zamanında atların ahırı ve askerlerin kaldığı yerlerden oluşuyor. Gezerken hala ahır kokusu geliyordu. 
Sanırım yine geleceğim…
Sadece sokaklarda dolanmakla bile epey vakit geçmişti. Camden bizi biraz oyalamıştı. Şimdi sıcak bir camii bulmak sırası gelmişti. Londra Merkez Camiini de gösterdi Google bize. Camii çok güzeldi. Büyük bir kompleks… Eğitim Merkezi, düğün ve toplantı salonu ve restoranı vardı. Helal yemek ve açız. Öğleni kılıp nefis Pakistan yemekleri yiyip çay içince kendimize geldik. Doğrusu ne zaman cami görsek kendimizi evimizde hissettik zaten.

Londra’da çok Müslüman var gerçekten. Bunu hep duyardık ama görünce daha iyi anladık. Mağazalarda esnaf, dairelerde çalışan başörtülü kadınlar… Rahatça ulaşabildiğimiz helal marketler. Hatta Londra’nın belediye başkanı da Müslüman bir kadınmış. İnşallah Müslüman bir Londra gösterir bize Rabbim.
Burada Abdülhamit Han rahmetlinin İngiliz elçisi ile bir diyaloğu aklıma geldi. Elçi Ulu Hakanla küstah bir biçimde konuşunca o şöyle karşılık veriyor. “Bana bak sefir efendi. Ben bütün Müslümanların halifesiyim. Şunu unutma ki, Londra’da ciddi sayıda Müslüman var.
Londra Müslümanların zorlanmayacağı bir memleket ama hayat çok pahalı… Asgari ücret miktarı oran olarak bizimkiyle denk geliyormuş ama kiralar aşırı pahalı. Metro, ulaşım, ev kiraları aşırı pahalıymış. Biz metroyla yolculuk yapalım dedik ama üç kişiye taksi daha ucuz geldi.


Londraya Hint kültürü damgasını vurmuş durumda. yemekler, iç döşeme, çarşı pazarın en renkli kısımları. İnsan düşünmeden edemiyor. Acaba İngilizler mi Hindistan'ı sömürgeleştirmiş mi diye. kendileri daha çok etkilenmiş gibi görünüyordu.
Londra, bir zamanların üzerine güneş batmaz denilen büyük bir imparatorluğun başkenti olduğu gibi bu gün de büyük ve görkemli bir şehir. Paris, Roma onun yanında çok sönük kalır. İstanbul’un güzelliği ile elbette karşılaştırmam ama bende bıraktığı duygu bu oldu: Tıpkı İstanbul gibi, burası bir veya birkaç günde görmekle anlaşılır bir yer değil. Bir müddet yaşamak lazım… Sanırım yine geleceğim.
Uçak saatine daha çok vardı ama geziye devam etmek için hem vakit kısıtlıydı hem de çok yorgun ve üşümüş bir haldeydik. Biz de Londra’nın merkezinden iki saat uzaklıktaki havaalanına doğru yola koyulduk.  
10 Ocak 2018
Gülsüm Sezen
Not: 2,3,5,6,7, ve 11 resimler alıntıdır. Fırtınadan dolayı fazla resim çekememiştim.


14 Ocak 2018 Pazar

BÜYÜK BRİTANYA GEZİSİ -II

29 Aralık 2017 – 1 Ocak 2018 Birmingham’da Hadis dersleri

Birmingham-ı Şerif
Birmingham bir Pakistan şehri neredeyse… Dört gün boyunca dört İngiliz’le karşılaştım mı acaba? Burada Müslümanlar çok olduğu, camileri çok ve insanları da ilme meraklı olduğu için oradaki müslümanlar tarafındanŞerif lakabı verilmiş.
Burada helal market, yemek sıkıntısı çekmiyoruz. Hatta alışveriş merkezlerindeki mağazalar bile çoğunlukla Müslümanlarındı. Mimarisi boğaya benzetilerek yapılan Bullring adındaki alışveriş merkezinin her gezi sitesinde reklamı vardı. Gittik ama vakit kaybetmeye değmezmiş.
Cadburry çikolata fabrikasının müzesi daha gezmeye değer bence. Burası bana Çarli’nin Çikolata Fabrikası kitabını hatırlatıyor. Bir kilogramlık koca bir çikolata alıp kendimizi mutlu ediyoruz.
Şehirde mahalleler, kilise (şimdi çoğu camii olmuş), okul, spor kompleksi, park, market ve mağazaların, bulunduğu bir meydanın etrafına dizilmiş sokaklardan oluşuyor. Sokak boyunca birbirine yapışık, aynı şekle sahip evler bazen iki bazen üç katlı sıralanmış. 
Sanayi devriminden sonra yapıldığı belli olan 4-5 katlı olanları da var. Bu evlerin içi de birbirinin aynı. Her evin mutfağında arka bahçeye açılan bir kapı var. Her bahçenin arasına yüksek duvarlar örüldüğü için kimse kimseyi görmeden rahatça bahçesinde hareket edebiliyor. Mahremiyete uygun.
Bu mimari şeklinin İngiltere’ye sömürdüğü ülkelerden geldiğini belirtelim. Zaten Birmingham, sanayi devriminin ortaya çıkardığı şehirlerden biri… Kalemle çizilmiş gibi değil ama düzenli bir şehir. Çok tenha...
Yalnız çok eskimiş, bakımsız ve kirli. Yollar çok dar ve delik deşik. Bir otobüs tek şeride sığamıyor. Bu durum zor olan soldan trafik düzenini daha da zor hale getiriyor. Yenilemek için bir girişim varmış gibi de görünmüyor. Banliyöler neyse de şehrin merkezi de aynı.

Bu arada her Avrupa şehrinde ve İngiltere’nin birçok şehrinde görmeye alışık olduğumuz büyük merkezi bir katedral bu şehirde yok. Hatta büyük kilise bile yok.
Akşam saat 4’te güneş batıyor ve 6’da her yer kapanıyor. İngiltere’nin geneli böyleymiş. Bir de gezi siteleri Birmingham’ı uyumayan şehir diye reklam ediyor. En uyumayan alkollü içki satıcıları dahi 10’da kapatıyormuş. 

Dostlarla buluşmak da nasip oluyor Birmingham'da Dünya İslam Sağlık Birliği İngiltere Temsilcisi Dr. Babikir İsmail Londra'dan ziyaretimize geliyor. Ders sonrası buluşuyoruz. Yanında 16 yaşındaki oğlu Muhammet'de var. Bizi bir Lübnan lokantasına götürüyor. Yemekler gerçekten güzeldi ve içki satmıyordu. 



Esas Birmingham’ın camileri görülmeye değer.  Her mahallede okulun yanında bir mescit var zaten. Bu bahsettiğim büyük camiler. Üç tanesi 3000 ile 4000 kişilikmiş. Bizim dersler Gamkhol Sherif Merkez camiinde.
Camiinin yanı başında beş katlı büyük bir eğitim merkezi ve çocuklar için İslamic Collage mevcut. Kadın eğitim merkezi de yeni açılmış. Medrese eğitimi veriliyor. Vakti az olanlar için kısa müddet devam eden dersler okutuluyor. Akaid, Fıkıh, Hadis, Kur’an-ı Kerim ve Arapça…
2017’den 2018’e kadar şemaili Şerif okuduk.
Öğrencilik yıllarımızda derslerinde hayalini kurduğumuz hadis rıhlesi (yolculuğu) günümüzde hayatta iken nasip oldu. Hem de doğuya doru değil batıya doğru giderek. Hala rüya görmüş gibiyim.
Rıhle hadis öğrencilerinin bir hadisi ravisinden almak için uzak şehirlere ya da ülkelere yolculuk yapmasıdır. Adını bildiğimiz, Buhari , Müslim, Tirmizi, Ebu Hanife, Şafii gibi bütün büyük imamlar rıhle yapmışlardır.

Şemail ise Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in dış görünüşünü, giyim tarzını, yeme alışkanlıklarını, kişiliğini, ahlakını, aile hayatını, insanlarla iletişimini ve en son vefatını anlatan eserlere deniliyor.
Bizim ravimiz Hafız-ı Kütüb-i Sitte, Şamlı büyük âlim Şeyh Muhammed Ebu’l-Hüda el-Yakubi, bu geleneği devam ettirmek çabasında. Kendisi bir koldan İmam Buhari Hazretlerine, bir başka koldan İmam Nevevi Hazretlerine ve İmam Tirmizi hazretlerine kadar uzanan bir ravi zincirine sahip… Rahmet hadisinin ravi zincirinin de son halkası.Bu arada her Avrupa şehrinde ve İngiltere’nin birçok şehrinde görmeye alışık olduğumuz büyük merkezi bir katedral bu şehirde yok. Hatta büyük kilise bile yok.
Her Hadis âliminin bir Şemail-i Şerif tasnif etmesi geleneğine uyarak kendisinin tasnif ettiği kitabını ilk defa kendi ağzından dinleyip aldık. Bizde genel olarak Tirmizi Hazretlerinin Şemail’i tanınmış ve medreselerde okutulmuştur.
3000 kişi civarında müthiş bir cemaatle beraber kitabımızın üzerine notlarımızı alarak Şemail-i Şerif kitabımızı okuyup bitirdik. Öyle vaaz dinlemeye gelmiş gibi değillerdi. Hadis kitapları önlerinde ve not alarak takip ediyorlardı. Genç yaşlı, kadın ve dünyanın farklı yerlerinden toplanmış bir cemaat.
Cami vakfı bu kadar insana yönelik başarılı bir organizasyon yapmıştı. Biz yurtdışından gelen misafirlere öğlen yemeği ayarlanmıştı. Bize international misafirler diyorlardı. Türkiye’den, İtalya’dan, İspanya’dan Fransa’dan, Endonezya’dan ve bir çok yerden… O kadar bizden bir organizasyon ki, misafir olmak garip geldi. Cemaate sürekli su ikram ediliyordu bahçede yiyecek kermesi de vardı. Çay kahve…

Her güzel şey gibi dersler bitti. Bu güzel şehirden ve tanışıp kaynaştığımız bu güzel insanlardan ayrılma vakti geldi. Hüzünlenerek ve yüreğimizin bir kısmını orada bırakarak yola koyulduk yeniden.

13 Ocak 2018 Cumartesi

BÜYÜK BRİTANYA GEZİSİ –I

2017'den 2018'e Edinburgh'dan Londra'ya Neler Gördük?
Her gezinin bir tavı var. O zamana kadar beklemek gerekir. İngiltere gezisi uzun zamandır beklemedeydi. Fırsat bu defa hadis dersi şeklinde geldi. Kimin aklına gelirdi ki hadis rivayeti için Birleşik Krallığa rıhle (yolculuk) yapmak. Hem gezdik hem okuduk böylece…
Geziye hazırlıksız çıkılmaz elbet. 
Hemen on günlük gezi planımızı oluşturduk. Vize başvurumuzu yaptık. Bunun için önceden uçuş ve otel rezervasyonlarımızı yapmamız, maddi varlığımızı gözler önüne sermemiz “size hiç zararımız olmayacak inanın ne olur ülkenizi ziyaret edelim dememiz gerekti.” Bu iş yaklaşık üç hafta sürdü.
Çok gezerim ama hayatımda ilk defa bütün ayrıntıları ve organizasyonu ile bir geziyi baştan sona yönettim. Hem de ben, eşim ve kızımdan oluşan üç kişilik zorlu grubumuz için. İşsiz kalırsam tur rehberi olabilirim artık.
Uçak biletlerinin ve hadis derslerinin uygunluğuna göre İskoçya’nın başkenti Edinburgh’u ilk sıraya koyduk, ardından Birmingham ve sonra Londra…
Planlar her zaman işlemeyebilir ama plan yoksa hiçbir şey işlemez. Hiç planda olmayan aksilikler de, güzellikler de oldu. Neticede güzel bir gezi, maddi manevi doyurucu unutulmaz bir seyahat tecrübesi yaşadık.
En konforlu seyahat şekli:
Uzak bir ülkede seyahatiniz uzunsa ve bizim gibi çok şehir görmek isterseniz araba kiralamak en ucuz ve en hızlı yöntem. Çünkü otobüs tren ve şehir içinde toplu taşıma vakit kaybettirir. Ayrıca valizlerinizi bagaja atıp istediğiniz kadar dolaşabilirsiniz. Hatta yiyeceğiniz yanınızda ise bir benzinlikten çay ya da kahvenizi aldınız mı yol keyfine devam. Artık akıllı telefonlar yolu da gösteriyor.
Londra gibi büyük şehirlerde ise yürümek en kestirme yol olabiliyor. Yürürken tur rehberlerinin gösteremeyeceği daha çok yer ve çok farklı bir dünya görebilirsiniz. Sokaklarda başıboş dolaşmak, dükkânlardaki fiyatlara bakmak, marketlere ve pazarlara gitmek o yöredeki insanların hayat standartları hakkında ipuçları verebilir.
26 Aralık 2017 Ankara’dan Edinburgh’a hareket ve 27 Aralık 2017 Edinburgh gezisi.

15.30’da güneş battığı için otele akşam varmış oluyoruz. Bizden üç saat gerideler ve otele vardığımızda yatma vakti oldu sanıyordum ama daha yediydi. Biraz İngilizce çalışabilecektik böylece…
Edinburgh İskoçya’nın hayal şehri... 430 yıllık başkent… Kışın kısa ve puslu günlerinde (gün 7 saat), soğuk ikliminde Ortaçağdan kalma kalesi ve günümüze kadar korunmuş gizemli sokakları (close), adeta yer altına yapılmış her tarafı kapalı taş evleri ve oralarda yaşayan vampir ve hayalet hikâyeleri ile en çok etkilendiğim yerlerden birisi oldu.

15. yy Edinburg maketi. Orjinalini gezmiş olduk.
Bu hikâyelerin kaynağı olan Close’lardan en büyüğünü St Marry Close’u gördük. Büyük dediysem iki insanın geçebileceği bir sokak ve üst üste mağaraya benzer şekilde yerleştirilmiş odalar. Beş metrekarelik bu odaların birinde on dört onbeş kişi yaşarken diğerinde sekiz on tane inek ya da koyun yaşıyormuş. Tuvalet yok, kova var. Hastalıklar, fareler vb…   Suçlular buralarda saklanır, vebalılar buralara atılırmış ortaçağda. Bizzat içeri girip o hikâyeleri dinleyince o rezilliği görmüş gibi olduk. İşte o dönemin durumu. Soylular kalede çok güzel konaklarda yaşarken alt tabaka bu durumda. Büyük katedrallerde yaşayan papazlar bu küçük sokaklarda geceleri ellerinde meşalelerle cadı avına çıkarlarmış. Epey de insan yakmışlar.
        
Oysa Castel Rock (kale şeklinde yüksek kayalıklar) üzerine kurulmuş kale, parlemento binası, kral tacı şeklindeki kulesiyle özel bir mimariye sahip katedral muhteşem yapılardı. Kale ve eski şehir doğal bir hendekle yeni şehirden ayrılıyordu. Girilmesi neredeyse imkansız bir kale. 
    
Şehir Old Town ve New Town diye ikiye ayrılmıştı ve yeni şehrin en yeni binaları da 1850 lerden kalmış. İngilizlerin sömürgecilikten zengin olduğu yıllar. Biz de o yıllardan kalma, şatodan dönüştürülmüş bir otelde kalıyoruz.



Eğer gezide plan çok yer görmek üzerine kurulmuşsa şehir müze gezmek vakit kaybettirir. Halkın içine dalmak en iyisi… Biz de öyle yapıyoruz. Kalenin yanı başındaki dört katlı hediyelik eşya mağazası müzeyi aratmıyordu. Yapı kalenin binalarından biri ve dizaynı müze şeklindeydi.

Burada meşhur İskoç eteği kiltlerin dokunduğu fabrikayı, kumaş satışını ve bu kumaştan yapılmış türlü ürünleri gördük. Kilt kumaşı meşhur İngiliz ekose deseninde, Burbery markasından bildiğimiz hani… Oysa İskoç ürünü. Gayda da onlara has bir özel çalgı… Filmlerden tanıdığımız İskoç askeri figürleri sokakta gayda çalıp gösteri yapıyorlar. Arpı görünce Wikinglerin çizgi filmi gözümün önüne geliveriyor.
Harry Potter’ın vatanında onun müzesi ve mağazası olmaz mı? İnsanların kıyafetlerini giyip resim çektirdikleri bir bölüm bile var. Eh benimde Harry Potter dizisinin romanlarını ve filmlerini özenle takip eden bir kızım olunca hemen ona lisanslı bir Harry Potter asası alıyorum. Parayı verirken içim sızlıyor ama kızım bizdeki fiyatının ki katı olduğunu söyleyince içim rahatlıyor.
 Edinburg’un Prenses Caddesindeki mağazaların fiyatlarına bakmadan olmaz. Prenses Parkına kurulmuş büyük Noel panayırının içinden geçmeden de. Hediyelik eşyalar, lunapark, yiyecekler ve her çeşit insan… Bütün gece devam edecekmiş gibi görünüyordu. 
Cuma namazı için Edinburg Merkez camiini karşıdan görünce içimiz açıldı. Camiye girince kendimizi evimizde hissettik bir an. Hiç aşina olmadığımız bir yerde camiye girmek cennet bahçesine girmek gibiydi. Caminin bahçesinde restoran da vardı ama acıkınca gelmek üzere, şükredip ayrıldık. Orta boyutta bir camii ve cemaati de vardı.


28 Aralık 2018 sabah güneş doğar doğmaz Birmingham’a hareket.
Glaskov yoldan geçerken mola verilen bir şehir benim için.  İskoçya’nın en büyük şehriymiş. Bir sanayi ve liman şehri… Modern yapılar karakteristik İskoç yapılarının arasına yerleşmiş. Buradan aklımda kalacak olan, yeraltına yerleştirilmiş manastırıyla dev bir katedral ve büyük mezarlıktı. Bina gibi büyük türbeleri olan bir mezarlık…
Bazen rotadan saptık sonra geri geldik.
Glaskov’da arabayla şehir turu yapıp İngiltere’ye doğru yola koyulduk. Hedefimiz Yorkshire veya Lake District bölgelerinden birine sapıp bir dinlenme tesisinde oyalanmaktı.  Yorkshire’ı Jane Austin romanlarından ve meşhur Franches HBurnett’in Gizili Bahçe romanından, Lake District’i de dünyaca ünlü ressam ve ilk resimli çocuk kitapları yazarı Bayan Potter’ın hayatından biliriz. Bu doğa harikası yerleri yapılaşmaktan kurtaran Bayan Potter’ın evi de müze haline getirilmiş.  
Yoldan 15 mil içerde olduğundan, hava soğuk olduğu için kır gezisi yapamayacağımızdan arabadan çıkmadan yapılacak bir alternatif tercih ediyoruz.
Planda olmasa da şehir görmek isteği ağır basıyor yolumuza pek de yakın olmayan Manchester’a uğruyoruz. Manchester United hatırına gördük bu şehri. Stadyumun çevresinden de dolandık. Çok büyük değil ama modern bir şehir. Geçen yaz yaşanan camii kundaklanması olayı da hatırımızdan geçiyor burada.
Futbol sayesinde meşhur olan Liverpool’u ise gece vakti yani 7-8 gibi görüyoruz. Daha küçük bir bir Türk restoranında akşam yemeği yiyoruz. Bizim oralardaki vatandaşlarımızın helal konusunda kafaları karışık olabiliyor. Ama et işi Pakistanlılarda olduğu için rahatım.
Yolculuk boyunca buranın âdeti olduğunu anlıyoruz ki, restoranlar ana caddelerde değil, bunun için ayrılmış bir sokakta oluyor. O sokağı bulunca dünya mutfağı seçenekleriniz mevcut.
Gülsüm Sezen
13.01.2018

BEKLEYİŞ

Bekleyiş, bekleyiş, bekleyiş… Kutlu beldelere gitmek için önce kendi içimizde başlar bekleyiş. İmkânların hazır olmasından ziyade manevi bir...