Bekleyiş, bekleyiş, bekleyiş… Kutlu beldelere
gitmek için önce kendi içimizde başlar bekleyiş. İmkânların hazır olmasından
ziyade manevi bir hazırlık dönemidir bu. Resulullah (s.a.v.) Efendimizin
ömründe bir defa yaptığı hac vazifesi için, onun yaşadığı toprakları görmek,
soluduğu havayı solumak ve bastığı yerlere yüz sürmek için yapılması gereken
bir iç hazırlık dönemi…
Bir hacı teyze orada dedi ki; “Kızım buraya
imkânla, değil imanla gelinir, imanla!” Bu arifane söz o kadar güzel ifade etti
ki, bu çok önemli, çok özel vazife için gerekli manevi hazırlığı…
Daha sonra maddi hazırlık dönemi gelir. Hac
için gerekli evrakların, paranın, kayıtların hazırlanması, kafilelerin
ayarlanması, uçak biletinin alınması dönemi ve gittikçe artan bir hasretle bekleyiş.
Bu hazırlık dönemi de katkıda bulunur iç hazırlığa. Kısa dönem için
gideceğimizden dolayı bayrama bir hafta kala yola çıkacağız. Bu ara takip
ettiğimiz tek haber hacıların kafile kafile yola çıkışı.
İçimizde hem ümit ve sevinç var hem korku. Ya
bir şey olursa! Allah Resulü bile
Hudeybiye anlaşması yapıldığı zaman umre yapamamış ve geri dönmüştü.
Ev, akraba kardeş, arkadaşlarla dolup
taşıyor. Bize güle güle diyenlerin gözlerinde hem gıpta var hem hasret.
Bir taraftan hakkınızı helal edin diye eşi
dostu arıyoruz. Uzun zaman görüşemediklerimizi hatırlayıp görüşüyoruz. Bize
ısmarlanan duaları ve isimleri kaydediyorum listeme. O duaların geri
çevrilmediği mekânlarda Rabbimize sunmak üzere…
Bir taraftan da hediyelerimizi
hazırlıyoruz. Bir taraftan da buradan alınan hediye pek anlamlı gelmiyor bana.
Mekke ve Medine’yi görmüş, oranın tozuna bulanmış hediyeler vermek istiyorum
eşe dosta… Kâbe’yi alıp getiremem ne de olsa… Yaşadıklarımı hiç… Küçük bir şey
belki, Allah Resulünü hatırlatacak…
Sonunda yolculuk başlıyor. İç hazırlıkla başlayan yolculuğumuz, uçağa
binmekle maddi haline bürünüyor. Havadayken mikat sınırını geçmiş olacağımız
için havaalanında ihrama giriyoruz. Erkekler ihamlarına bürünüyor. Biz de hac
için diktirdiğimiz özel kıyafetlerimize beyaz başörtülerimize. Herkesin
içindeki heyecan yüzünden okunuyor. Hala inanamıyorum. Gözümü uçağın rotasını
gösteren ekrandan ayırmıyorum. Hala yanılmış olabilirim. Bir taraftan da
telbiye ve tekbirler eşlik ediyor yolculuğumuza.
Cidde ilk durağımız. Uçaktan inişimizle Mekke
otobüsüne binişimiz arasında saatler mi geçti günler mi aylar mı bilmem. Aç
susuz, üstümüz toz toprak içinde kalakaldık orada. Kıyamette de böyle bekleyecek
miyiz diye hasbihal ettik dostlarla. Trafik çok yoğun olduğundan çok yavaş ilerleyebiliyoruz.
Yol boyu telbiyeler dilimizde: “Lebbeyk Allahümme lebbeyk (Buyur! Emrine geldim
Ya Rabbi!)” Mescidi Haram’ın minarelerinin ışıkları değiyor yüreğime.
Etrafından dolanıyor otobüs ve bizi otelin önünde indiriyor. Şimdi diye
heyecanlanırken, gece yarısını bekleyeceğiz diyorlar. Artık ağlıyorum odamda.
Görmeden inanmayacağım. Temizlenip, giyinip, yemek yiyoruz. Demek ciddi
hazırlık gerek Mescidi Haram’a girmek için. “Mescide ziynetlenerek gelin”
emrine uymak gerek. Hocamız, “Yatın biraz, dinlenin” diyor ama ne mümkün.
Gece yarısı oldu nihayet. Bekleyiş bitti…
Hasret bitti… Özlediğimiz, yıllardır resimlerinden bildiğimiz, yeryüzünün ilk
mescidi, Allah için kurulan ilk ev, Hz. İbrahim ve oğlunun Nuh tufanından sonra
yeniden inşa ettikleri, Resulullah Efendimizin gençlik yıllarında yeniden
tadilatı yapılan; şekli hiç bozulmayan Kâbe… İşte karşımda!
İlk defa insanı bu
kadar sarıp sarmalayan, bağrına basan bir siyah görüyorum hayatımda. Ne dualar
hazırlamıştım. Kâbe’yi ilk görünce yapılan dualar kabul olunur diye… İşte Kâbe
karşımda… Muazzam Kâbe! Muhteşem değil… O an dilim tutuldu. Dizlerimin bağı
çözüldü. Kalakaldım. Renkler hep siyah bir nur oldu. Sesler kayboldu
ortalıktan… Rabbim bize şah damarımızdan daha yakın değil mi? Meğer hiç
anlamamışım bunu bu güne kadar.
Necip
Fazıl diyor ki; “Kâbe; öteki âlemle bu âlem arasında sınır. Bu yüzden bir kara
delik gibi çekiverir sizi içine.” İşte günde beş vakit kendisine yöneldiğim kıblegâhım karşımda. Nice sonra kolumdan biri çekince “kaybolacaksın” diye aklım
başıma geldi de şu dua döküldü dilimden. “Ya Rabbi! Evini görmeyi nasip ettiğin
gibi cemalini görmeyi de nasip eyle!”
Umreye niyet ediyoruz. Hacerü’l-Evsedi,
cennetten geldiği rivayet edilen, Hz. İbrahim’in tavaf başlangıcı belli olsun
diye koyduğu, Efendimiz (s.a.v.) elleriyle yerine yerleştirdiği o taşı
selamlayarak, -öpmek için yanına varmak ne mümkün- tavafa başlıyoruz.
Kâbe’nin
etrafında dönüyoruz. Bütün âlem pervane olmuş dönüyor Arş-ı Ala’nın karşısında.
Melekler, insanlar, cinler, güneş, ay, yıldızlar, kuşlar, gezegenler… Biz de o
kalabalığa karışıveriyoruz. Daha önce de gelmiş olan bir abla, “Kâbe’nin
çekimine bırakıverirsen kendini, tavafın lezzetin alırsın” diyor. Her şeyi bırakıp Kâbe’nin çekimine gelmedik mi
zaten? Çoluk çocuğu, işi gücü… Dünya ile ilgili ne meşgalemiz varsa, yavaş
yavaş çekildiler Kâbe ile aramızdan ve o muazzam dönüşe, tavafa katıldık çok
şükür.
Hakikaten yavaş yavaş ama huzurlu bir şekilde dönüyoruz, dönüyoruz.
Kendimizi kâinatın işleyişine bırakmış gibi, büyük bir huzurla…
İki rekât tavaf namazı kılıyoruz Makam-ı
İbrahim’de. Kâbe’yi inşa eden Efendimiz (s.a.v.)in atası, peygamberler soyunun atası Hz.
İbrahim’in makamı. Yüce Beyt’i inşa edince şöyle dua etmişler: “Ya rabbi!
Neslimizden namaz kılan kimseler getir ve bizi salih kimselere önder kıl!” Yüzyıllar sonra tekrar ediyoruz o yüce
peygamberin duasını. Böylece zaman da kalkıyor aradan geçmiş ve gelecek
bütünleşiyor.
Şimdi umre sa’yine niyet ediyoruz ve
başlıyoruz bebeciğine su bulmak için koşuşturan anne, Hacer valide gibi bir tepeden
bir tepeye koşturmaya. Şimdi su var bu iki tepenin arasında. Hemen zemzem
suyundan o ananın hasretiyle içip sa’yimize devam ediyoruz ama dudaklarımız
kuruyor. O ananın susuzluğunu yaşıyoruz, bacaklarımız tutmaz oluyor,
çaresizliğini duyuyoruz içimizde.
Dualar dilimizde: “Ya Rabbi! O çetin günde
çaresiz bırakma bizi!” Bu anda teslimiyetini kuşanıyoruz Hacer validenin.
Kendisini çölün ortasında bebeği ile bırakıp giden eşi, yıllardır beklenen,
arzulanan çocuğunun babası Hz. İbrahim’e “Allah mı emrediyor bizi burada
bırakmanı? Eğer öyleyse git. Allah bizi yalnız bırakmaz!" Demişti. "Allah için ne demek?" Orada anlıyorum.
Sa’yin sonunda kuşandığımız teslimiyetin
sembolü olarak, “Allah’ım gerekirse senin için başımı veririm” dercesine
saçımızdan bir tutam kesip ihramdan çıkıyoruz. Umre vazifemiz bittiğinde sabah
ezanları okunuyor. Burada ayrı dil ve renklerde insanlar ezanın ortak diliyle
birbirine yakınlaşıyor, bir oluyor gönüller.
Kâbe’de kılınan namaz, diğer bütün yerlerde
kıldıklarımızdan yüz bin kat daha sevap olduğu için, bütün namazları Kâbe’de kılmaya gayret
ediyoruz. Resulullah Efendimizin ayağını bastığı, başını koyup secde ettiği bu
mübarek yerlerde secdenin de bir başka tadı var. Meğer bu güne kadar namaz
kılmamışız diye söyleşiyoruz dostlarla.
Bundan sonra Arafat gününe kadar, Mekke ile
tanışıklığımızı artırma, azıcık dinlenmeler, ayaküstü atıştırmalarla ve bolca Kâbe'de ibadetle vakit geçireceğiz. Taa Arefe gününe kadar.
Burada en çok etkilendiğim şeylerden biri,
hacıya hizmet için yapılan devasa organizasyonlar. Elbette insan olan her yerde
eksiklik ve aksaklık olabilir. Ama dünyanın hiçbir yerinde bu büyüklükte bir
organizasyon göremezsiniz.
Yine dünyanın hiçbir yerinde bu kadar sayıda insanı
bir araya getirip de orada barış ve huzur dolu bir ortam sağlayamazsınız.
Bunlar sadece Allah için, halisane toplanan mü’minler arasında olabilir.
Çok etkilendiğim bir başka konu da Hac’da
kardeşliğin temini. Hacda başka milletlerden Müslüman kardeşlerle selamlaşıp
hasbihal etmek sünnettir diye her fırsatı değerlendirmeye çalışıyorum.
Kuran’ın bizi birleştiren diliyle buluşuyoruz, sohbet ediyoruz. Bazen de beden
diliyle oluyor bu yakınlık.
Cezayirli bir hanım dönüp dönüp bir daha sarılıyor,
Türkiye’den olduğumu öğrenince. Ayrılamıyoruz bir türlü.
İranlı bir gurup
hanım, “Sizde Hz. Hüseyin sevilir mi? Diyor. “Elbette diyorum. Bizde çocuklarım
ismi, Hasan, Hüseyin, Ali olur, Fatıma, Zeynep olur” Kalkıp elimi öpmek istiyor
orta yaşlı bir tanesi. Hepsi Türkçeyi anlıyorlar. Musafaha edip dua istiyorlar
bizden. Biz de onlardan.
Kâbe’yi seyre dalmışken bir gün ağlayarak dua eden bir
kadın dönüp bana “Sen Türksün değil mi?” diyor. Tasdik ediyorum. “Ben Filistinliyim," diyor. "Ne olur bize
çok dua edin!” Ben de katılıyorum onun gözyaşlarına.
Şeytan taşlamadan
dönerken, Afrikalı kadınların demlediği çaydan içiyoruz. Afganistanlı bir
amcayla sohbete dalıyoruz.
Bir de insanın orada sevdiği tanıdığı
kimselerle karşılaşması bambaşka bir şey. Yıllardır hasretmişiz gibi sarmaş dolaş
oluyoruz orada. Çok özel bir şeyi paylaşmanın lezzetini yaşıyoruz. Yeni
tanıştığımız insanlarla birden kaynaşıyoruz.
Eşimizle dahi bambaşka bir boyut
başlıyor evliliğimizde. Belki de birlikte yaşayabileceğimiz en özel olayı
yaşıyoruz. Daha sonra memlekette karşılaşınca bu insanlarla, sanki onlar o
mübarek mekâna aitmiş de oradan kopup gelmiş gibi bir hisle kucaklaşıyoruz.
Hacı arkadaşlığı böyle bir şey…
Orada alıveriş yapmak da sevaptır, sünnettir
diye, alışverişten geri kalmıyoruz. Genellikle hacılara alışverişle vaktinizi
heba etmeyin denilir. Doğrudur. Ancak çarşı pazar zaten Harem-i Şerif’in
etrafında. Tavafa, namaza gidip gelirken bakılıyor biraz. Yine bu kadar büyük
bir panayır, bu kadar büyük bir ticaret merkezi, dünyanın hiçbir yerine kurulamaz
diye düşünüyorum. “Li ilafi kureyş…” suresini hatırlıyorum. Allah Mekke
halkının rızkını ticarete bağlamış. Büyük kısmı da hac zamanı gerçekleşen bir
ticaret…
Büyük gün geliyor sonunda. Akşamdan
hazırlıklar yapılıyor. Hac için yeniden ihrama giriliyor. Haccın tavaf ve
sa’yinden sonra, otobüslerle önce Mina’ya sonra Arafat’a gidiliyor. Arafat, Hz.
Âdem babamız ile Hz. Havva validemizin dünyada ilk buluştukları mekân. “Hac
Arafat’tır” buyurmuş Peygamber Efendimiz (s.a.v.).
Öğle ve ikindi namazları cem
edilerek kılınıyor burada. İrşat ekibinin programını dinliyor, ayakta vakfe
yapıyoruz. “Büyük Buluşma”nın manasını kavrıyor yürekler. Gözyaşları içinde âminler…
Kalblerin coştuğu, kabına sığamadığı, gönüllerin mevlasına ulaştığı bir an bu
Arafat vakfesi. Rabbimizle aramızda her insanın farklı yaşadığı o buluşma anı… Artık
hiç kimse eskisi gibi değil. Herkes hacı oldu. Farklı bir boyuttayız. Bunu
insanların yüzlerinden bile anlayabiliyorsunuz. Ah burada koruyabilsek o anki
halimizi!
Güneş batıncaya kadar, Arafat’ta ibadet tövbe
ve dualarla meşgul olduktan sonra, Müzdelife’ye hareket ediyoruz. Müzdelife’de
akşam ve yatsı namazı birlikte eda ediliyor. Ertesi gün ve bayram günleri devam
edecek olan çok önemli vazife için taşlar toplanıyor. Sabah namazı erken kılınıp
Müzdelife vakfesi yapıldıktan sonra, hava aydınlanınca, şeytan taşlamak üzere
yürüyerek hareket ediyoruz.
Büyük cemreye gidiyoruz ilk gün. Dere tepe
bembeyaz insan yığını. “Mahşer yeri gibi” bu demekmiş anlıyorum. “Mahşerde
hesabımızı kolaylaştır Ya Rabbi!” diyerek ilerliyoruz. Sonunda büyük cemrenin önündeyiz. Burada nefis
ve şeytanla mücadeleyi öğreniyoruz.
Hz. İsmail’in canını kurban vermek üzere
giderken karşısına çıkan şeytanı nasıl taşladığını hatırlıyoruz. He şeyin bir
usulü var. Usulsüz vusul olmaz. Şeytan taşlarken de taşlarımız fındıktan küçük
olacak. Allah’ın adıyla atılacak, nefsanî duygularla değil, hızlı değil, ölçülü
atılacak. İşte düşmanla mücadelenin usulü… Önce nefsine sahip çıkılacak.
Mina’dan Mekke’ye artık araba bulmak mümkün
değil. Belirlenen bir yerde biraz dinlendikten sonra yürüyerek otelimize
dönüyoruz.
Temettu haccı yaptığımız için, hac vazifemizi tamamlama imkânı veren
Rabbimize şükür olarak kurban kesilecek. Kurbanımız da kesildikten sonra
ihramdan çıkıyoruz ve veda tavafımızı yapıyoruz. Artık hacılar birbirleriyle
hem bayramlaşıyor, hem büyük vazifeyi tamamladıkları için birbirlerini
kutluyorlar. Çifte bayram bu gün hacılara…
Bayramın ikinci ve üçüncü günü de şeytan
taşladıktan sonra en zor anlar geliyor. Sayılı günler tükendi. Vazifeler büyük
bir titizlikle yerine getirildi. Veda tavafıyla beraber vazifemiz bitecek.
Ne zor oldu Mekke’den ayrılmak. Mekke
şehirlerin anası… Efendimiz (s.a.v.) oradan hicret için çıkarken “Ah Mekke!" demişti. "Eğer
senin halkın beni zorlamasaydı seni hiçbir zaman terk etmezdim.” Resulullah’ın
acısını duyuyoruz yüreklerimizde. Oysa sadece on gündür buradaydık ve ne zor
ayrıldık. Yanımızda Kâbe’nin hatırası zemzem bidonlarımız… Mekke’ye girerken
otobüsü durdurup kumanya ve zemzem ikram eden vakıf, çıkarken de aynı şekilde
uğurladı bizi.
Medine’ye yaklaştıkça Peygamber hasreti
sarıyor yüreklerimizi. Otobüs ilerledikçe gönlümüzden dökülen ilahiler, Yunus
ilahileri: “Yaklaştıkça yeşil kubbe görünür”, “Medineye varamadım.”
Maalesef burada vaktimiz çok az. Bu yüzden
Medine’ye bıraktığımız alışverişe hiç vakit yok. Sadece hurma alıyoruz,
peygamber şehrinden. Mübarek Ravza-i Mutahharasını ziyaret etmek kadınlar için
çok zor ve kısıtlı. Bu yüzden ancak bir defa nasip oluyor. Kabr-i şerifine ise
önü paravanlarla kapatıldığı için yaklaşamıyoruz. Ahirette Havz-ı Kevserinin
başında buluşmayı diliyorum.
Baki mezarlığı da kadınlara yasaklanmış.
Ancak kapısına kadar gitmeye izin veriliyor. Kapısına varınca anlıyorum
yasakların sebebini. Uzaktan Fatiha okuyorum Allah Resulünün sevgili ashabına.
İslam’ın ilk kahramanlarına, Ehl-i Beytine… İsimlerini bilebildiklerimi
sayıyorum tek tek. Selamlıyorum onları da. Ahirette kavuşmayı diliyorum
Rabbimden.
Ayrılık vakti gelip çattığında ailemi,
çocuklarımı özlemiş olduğumu anlıyorum. Acaba ne yaptılar diye düşünmeden edemiyorum.
Oysa “yokluğumu hissettirme Ya Rabbi!" diye dua ederek ayrılmıştım. Vazifemizi yapmanın
huzuruna doyamamanın burukluğu karışıyor.
Yolculuklarımız, “Hac meşakkattir,”
gerçeğini bize hatırlatacak tarzda geçiyor. Memleketimize ve evimize
kavuştuğumuzda, giderken duyduğumuz hasretin dinmek yerine arttığını hissediyor
gönüllerimiz.
Şimdi yeniden başlıyor bekleyiş. Yeniden
gidebilme bekleyişi... Rabbimize sevdiği bir kul olarak varabilme bekleyişi... Havzın başında Efendimiz (s.a.v.) ile buluşabilme bekleyişi!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder