30 Nisan 2022 Cumartesi

BEKLEYİŞ

Bekleyiş, bekleyiş, bekleyiş… Kutlu beldelere gitmek için önce kendi içimizde başlar bekleyiş. İmkânların hazır olmasından ziyade manevi bir hazırlık dönemidir bu. Resulullah (s.a.v.) Efendimizin ömründe bir defa yaptığı hac vazifesi için, onun yaşadığı toprakları görmek, soluduğu havayı solumak ve bastığı yerlere yüz sürmek için yapılması gereken bir iç hazırlık dönemi… 
Bir hacı teyze orada dedi ki; “Kızım buraya imkânla, değil imanla gelinir, imanla!” Bu arifane söz o kadar güzel ifade etti ki, bu çok önemli, çok özel vazife için gerekli manevi hazırlığı…
Daha sonra maddi hazırlık dönemi gelir. Hac için gerekli evrakların, paranın, kayıtların hazırlanması, kafilelerin ayarlanması, uçak biletinin alınması dönemi ve gittikçe artan bir hasretle bekleyiş. Bu hazırlık dönemi de katkıda bulunur iç hazırlığa. Kısa dönem için gideceğimizden dolayı bayrama bir hafta kala yola çıkacağız. Bu ara takip ettiğimiz tek haber hacıların kafile kafile yola çıkışı. 
İçimizde hem ümit ve sevinç var hem korku. Ya bir şey olursa!  Allah Resulü bile Hudeybiye anlaşması yapıldığı zaman umre yapamamış ve geri dönmüştü. 
Ev, akraba kardeş, arkadaşlarla dolup taşıyor. Bize güle güle diyenlerin gözlerinde hem gıpta var hem hasret. 
Bir taraftan hakkınızı helal edin diye eşi dostu arıyoruz. Uzun zaman görüşemediklerimizi hatırlayıp görüşüyoruz. Bize ısmarlanan duaları ve isimleri kaydediyorum listeme. O duaların geri çevrilmediği mekânlarda Rabbimize sunmak üzere… 
Bir taraftan da hediyelerimizi hazırlıyoruz. Bir taraftan da buradan alınan hediye pek anlamlı gelmiyor bana. Mekke ve Medine’yi görmüş, oranın tozuna bulanmış hediyeler vermek istiyorum eşe dosta… Kâbe’yi alıp getiremem ne de olsa… Yaşadıklarımı hiç… Küçük bir şey belki, Allah Resulünü hatırlatacak…
Sonunda yolculuk başlıyor.  İç hazırlıkla başlayan yolculuğumuz, uçağa binmekle maddi haline bürünüyor. Havadayken mikat sınırını geçmiş olacağımız için havaalanında ihrama giriyoruz. Erkekler ihamlarına bürünüyor. Biz de hac için diktirdiğimiz özel kıyafetlerimize beyaz başörtülerimize. Herkesin içindeki heyecan yüzünden okunuyor. Hala inanamıyorum. Gözümü uçağın rotasını gösteren ekrandan ayırmıyorum. Hala yanılmış olabilirim. Bir taraftan da telbiye ve tekbirler eşlik ediyor yolculuğumuza.
Cidde ilk durağımız. Uçaktan inişimizle Mekke otobüsüne binişimiz arasında saatler mi geçti günler mi aylar mı bilmem. Aç susuz, üstümüz toz toprak içinde kalakaldık orada. Kıyamette de böyle bekleyecek miyiz diye hasbihal ettik dostlarla. Trafik çok yoğun olduğundan çok yavaş ilerleyebiliyoruz. 
Yol boyu telbiyeler dilimizde: “Lebbeyk Allahümme lebbeyk (Buyur! Emrine geldim Ya Rabbi!)” Mescidi Haram’ın minarelerinin ışıkları değiyor yüreğime. Etrafından dolanıyor otobüs ve bizi otelin önünde indiriyor. Şimdi diye heyecanlanırken, gece yarısını bekleyeceğiz diyorlar. Artık ağlıyorum odamda. Görmeden inanmayacağım. Temizlenip, giyinip, yemek yiyoruz. Demek ciddi hazırlık gerek Mescidi Haram’a girmek için. “Mescide ziynetlenerek gelin” emrine uymak gerek. Hocamız, “Yatın biraz, dinlenin” diyor ama ne mümkün.
Gece yarısı oldu nihayet. Bekleyiş bitti… Hasret bitti… Özlediğimiz, yıllardır resimlerinden bildiğimiz, yeryüzünün ilk mescidi, Allah için kurulan ilk ev, Hz. İbrahim ve oğlunun Nuh tufanından sonra yeniden inşa ettikleri, Resulullah Efendimizin gençlik yıllarında yeniden tadilatı yapılan; şekli hiç bozulmayan Kâbe… İşte karşımda! 
İlk defa insanı bu kadar sarıp sarmalayan, bağrına basan bir siyah görüyorum hayatımda. Ne dualar hazırlamıştım. Kâbe’yi ilk görünce yapılan dualar kabul olunur diye… İşte Kâbe karşımda… Muazzam Kâbe! Muhteşem değil… O an dilim tutuldu. Dizlerimin bağı çözüldü. Kalakaldım. Renkler hep siyah bir nur oldu. Sesler kayboldu ortalıktan… Rabbim bize şah damarımızdan daha yakın değil mi? Meğer hiç anlamamışım bunu bu güne kadar. 
 Necip Fazıl diyor ki; “Kâbe; öteki âlemle bu âlem arasında sınır. Bu yüzden bir kara delik gibi çekiverir sizi içine.” İşte günde beş vakit kendisine yöneldiğim kıblegâhım karşımda. Nice sonra kolumdan biri çekince “kaybolacaksın” diye aklım başıma geldi de şu dua döküldü dilimden. “Ya Rabbi! Evini görmeyi nasip ettiğin gibi cemalini görmeyi de nasip eyle!”
Umreye niyet ediyoruz. Hacerü’l-Evsedi, cennetten geldiği rivayet edilen, Hz. İbrahim’in tavaf başlangıcı belli olsun diye koyduğu, Efendimiz (s.a.v.) elleriyle yerine yerleştirdiği o taşı selamlayarak, -öpmek için yanına varmak ne mümkün- tavafa başlıyoruz. 
Kâbe’nin etrafında dönüyoruz. Bütün âlem pervane olmuş dönüyor Arş-ı Ala’nın karşısında. Melekler, insanlar, cinler, güneş, ay, yıldızlar, kuşlar, gezegenler… Biz de o kalabalığa karışıveriyoruz. Daha önce de gelmiş olan bir abla, “Kâbe’nin çekimine bırakıverirsen kendini, tavafın lezzetin alırsın” diyor.  Her şeyi bırakıp Kâbe’nin çekimine gelmedik mi zaten? Çoluk çocuğu, işi gücü… Dünya ile ilgili ne meşgalemiz varsa, yavaş yavaş çekildiler Kâbe ile aramızdan ve o muazzam dönüşe, tavafa katıldık çok şükür. 
Hakikaten yavaş yavaş ama huzurlu bir şekilde dönüyoruz, dönüyoruz. Kendimizi kâinatın işleyişine bırakmış gibi, büyük bir huzurla… 
İki rekât tavaf namazı kılıyoruz Makam-ı İbrahim’de. Kâbe’yi inşa eden Efendimiz (s.a.v.)in atası, peygamberler soyunun atası Hz. İbrahim’in makamı. Yüce Beyt’i inşa edince şöyle dua etmişler: “Ya rabbi! Neslimizden namaz kılan kimseler getir ve bizi salih kimselere önder kıl!”  Yüzyıllar sonra tekrar ediyoruz o yüce peygamberin duasını. Böylece zaman da kalkıyor aradan geçmiş ve gelecek bütünleşiyor.
Şimdi umre sa’yine niyet ediyoruz ve başlıyoruz bebeciğine su bulmak için koşuşturan anne, Hacer valide gibi bir tepeden bir tepeye koşturmaya. Şimdi su var bu iki tepenin arasında. Hemen zemzem suyundan o ananın hasretiyle içip sa’yimize devam ediyoruz ama dudaklarımız kuruyor. O ananın susuzluğunu yaşıyoruz, bacaklarımız tutmaz oluyor, çaresizliğini duyuyoruz içimizde. 
Dualar dilimizde: “Ya Rabbi! O çetin günde çaresiz bırakma bizi!” Bu anda teslimiyetini kuşanıyoruz Hacer validenin. Kendisini çölün ortasında bebeği ile bırakıp giden eşi, yıllardır beklenen, arzulanan çocuğunun babası Hz. İbrahim’e “Allah mı emrediyor bizi burada bırakmanı? Eğer öyleyse git. Allah bizi yalnız bırakmaz!" Demişti.  "Allah için ne demek?" Orada anlıyorum.
Sa’yin sonunda kuşandığımız teslimiyetin sembolü olarak, “Allah’ım gerekirse senin için başımı veririm” dercesine saçımızdan bir tutam kesip ihramdan çıkıyoruz. Umre vazifemiz bittiğinde sabah ezanları okunuyor. Burada ayrı dil ve renklerde insanlar ezanın ortak diliyle birbirine yakınlaşıyor, bir oluyor gönüller. 
Kâbe’de kılınan namaz, diğer bütün yerlerde kıldıklarımızdan yüz bin kat daha sevap olduğu için, bütün namazları Kâbe’de kılmaya gayret ediyoruz. Resulullah Efendimizin ayağını bastığı, başını koyup secde ettiği bu mübarek yerlerde secdenin de bir başka tadı var. Meğer bu güne kadar namaz kılmamışız diye söyleşiyoruz  dostlarla.
Bundan sonra Arafat gününe kadar, Mekke ile tanışıklığımızı artırma, azıcık dinlenmeler, ayaküstü atıştırmalarla ve bolca Kâbe'de ibadetle vakit geçireceğiz. Taa Arefe gününe kadar. 
Burada en çok etkilendiğim şeylerden biri, hacıya hizmet için yapılan devasa organizasyonlar. Elbette insan olan her yerde eksiklik ve aksaklık olabilir. Ama dünyanın hiçbir yerinde bu büyüklükte bir organizasyon göremezsiniz. 
Yine dünyanın hiçbir yerinde bu kadar sayıda insanı bir araya getirip de orada barış ve huzur dolu bir ortam sağlayamazsınız. Bunlar sadece Allah için, halisane toplanan mü’minler arasında olabilir.
Çok etkilendiğim bir başka konu da Hac’da kardeşliğin temini. Hacda başka milletlerden Müslüman kardeşlerle selamlaşıp hasbihal etmek sünnettir diye her fırsatı değerlendirmeye çalışıyorum. Kuran’ın bizi birleştiren diliyle buluşuyoruz, sohbet ediyoruz. Bazen de beden diliyle oluyor bu yakınlık. 
Cezayirli bir hanım dönüp dönüp bir daha sarılıyor, Türkiye’den olduğumu öğrenince. Ayrılamıyoruz bir türlü. 
İranlı bir gurup hanım, “Sizde Hz. Hüseyin sevilir mi? Diyor. “Elbette diyorum. Bizde çocuklarım ismi, Hasan, Hüseyin, Ali olur, Fatıma, Zeynep olur” Kalkıp elimi öpmek istiyor orta yaşlı bir tanesi. Hepsi Türkçeyi anlıyorlar. Musafaha edip dua istiyorlar bizden. Biz de onlardan. 
Kâbe’yi seyre dalmışken bir gün ağlayarak dua eden bir kadın dönüp bana “Sen Türksün değil mi?” diyor. Tasdik ediyorum. “Ben Filistinliyim," diyor. "Ne olur bize çok dua edin!” Ben de katılıyorum onun gözyaşlarına. 
Şeytan taşlamadan dönerken, Afrikalı kadınların demlediği çaydan içiyoruz. Afganistanlı bir amcayla sohbete dalıyoruz. 
Bir de insanın orada sevdiği tanıdığı kimselerle karşılaşması bambaşka bir şey.  Yıllardır hasretmişiz gibi sarmaş dolaş oluyoruz orada. Çok özel bir şeyi paylaşmanın lezzetini yaşıyoruz. Yeni tanıştığımız insanlarla birden kaynaşıyoruz. 
Eşimizle dahi bambaşka bir boyut başlıyor evliliğimizde. Belki de birlikte yaşayabileceğimiz en özel olayı yaşıyoruz. Daha sonra memlekette karşılaşınca bu insanlarla, sanki onlar o mübarek mekâna aitmiş de oradan kopup gelmiş gibi bir hisle kucaklaşıyoruz. Hacı arkadaşlığı böyle bir şey…
Orada alıveriş yapmak da sevaptır, sünnettir diye, alışverişten geri kalmıyoruz. Genellikle hacılara alışverişle vaktinizi heba etmeyin denilir. Doğrudur. Ancak çarşı pazar zaten Harem-i Şerif’in etrafında. Tavafa, namaza gidip gelirken bakılıyor biraz. Yine bu kadar büyük bir panayır, bu kadar büyük bir ticaret merkezi, dünyanın hiçbir yerine kurulamaz diye düşünüyorum. “Li ilafi kureyş…” suresini hatırlıyorum. Allah Mekke halkının rızkını ticarete bağlamış. Büyük kısmı da hac zamanı gerçekleşen bir ticaret…
Büyük gün geliyor sonunda. Akşamdan hazırlıklar yapılıyor. Hac için yeniden ihrama giriliyor. Haccın tavaf ve sa’yinden sonra, otobüslerle önce Mina’ya sonra Arafat’a gidiliyor. Arafat, Hz. Âdem babamız ile Hz. Havva validemizin dünyada ilk buluştukları mekân. “Hac Arafat’tır” buyurmuş Peygamber Efendimiz (s.a.v.). 
Öğle ve ikindi namazları cem edilerek kılınıyor burada. İrşat ekibinin programını dinliyor, ayakta vakfe yapıyoruz. “Büyük Buluşma”nın manasını kavrıyor yürekler. Gözyaşları içinde âminler… Kalblerin coştuğu, kabına sığamadığı, gönüllerin mevlasına ulaştığı bir an bu Arafat vakfesi. Rabbimizle aramızda her insanın farklı yaşadığı o buluşma anı… Artık hiç kimse eskisi gibi değil. Herkes hacı oldu. Farklı bir boyuttayız. Bunu insanların yüzlerinden bile anlayabiliyorsunuz. Ah burada koruyabilsek o anki halimizi!
Güneş batıncaya kadar, Arafat’ta ibadet tövbe ve dualarla meşgul olduktan sonra, Müzdelife’ye hareket ediyoruz. Müzdelife’de akşam ve yatsı namazı birlikte eda ediliyor. Ertesi gün ve bayram günleri devam edecek olan çok önemli vazife için taşlar toplanıyor. Sabah namazı erken kılınıp Müzdelife vakfesi yapıldıktan sonra, hava aydınlanınca, şeytan taşlamak üzere yürüyerek hareket ediyoruz. 
Büyük cemreye gidiyoruz ilk gün. Dere tepe bembeyaz insan yığını. “Mahşer yeri gibi” bu demekmiş anlıyorum. “Mahşerde hesabımızı kolaylaştır Ya Rabbi!” diyerek ilerliyoruz.  Sonunda büyük cemrenin önündeyiz. Burada nefis ve şeytanla mücadeleyi öğreniyoruz. 
Hz. İsmail’in canını kurban vermek üzere giderken karşısına çıkan şeytanı nasıl taşladığını hatırlıyoruz. He şeyin bir usulü var. Usulsüz vusul olmaz. Şeytan taşlarken de taşlarımız fındıktan küçük olacak. Allah’ın adıyla atılacak, nefsanî duygularla değil, hızlı değil, ölçülü atılacak. İşte düşmanla mücadelenin usulü… Önce nefsine sahip çıkılacak.
Mina’dan Mekke’ye artık araba bulmak mümkün değil. Belirlenen bir yerde biraz dinlendikten sonra yürüyerek otelimize dönüyoruz. 
Temettu haccı yaptığımız için, hac vazifemizi tamamlama imkânı veren Rabbimize şükür olarak kurban kesilecek. Kurbanımız da kesildikten sonra ihramdan çıkıyoruz ve veda tavafımızı yapıyoruz. Artık hacılar birbirleriyle hem bayramlaşıyor, hem büyük vazifeyi tamamladıkları için birbirlerini kutluyorlar. Çifte bayram bu gün hacılara…
Bayramın ikinci ve üçüncü günü de şeytan taşladıktan sonra en zor anlar geliyor. Sayılı günler tükendi. Vazifeler büyük bir titizlikle yerine getirildi. Veda tavafıyla beraber vazifemiz bitecek. 
Ne zor oldu Mekke’den ayrılmak. Mekke şehirlerin anası… Efendimiz (s.a.v.) oradan hicret için çıkarken “Ah Mekke!" demişti. "Eğer senin halkın beni zorlamasaydı seni hiçbir zaman terk etmezdim.” Resulullah’ın acısını duyuyoruz yüreklerimizde. Oysa sadece on gündür buradaydık ve ne zor ayrıldık. Yanımızda Kâbe’nin hatırası zemzem bidonlarımız… Mekke’ye girerken otobüsü durdurup kumanya ve zemzem ikram eden vakıf, çıkarken de aynı şekilde uğurladı bizi.
Medine’ye yaklaştıkça Peygamber hasreti sarıyor yüreklerimizi. Otobüs ilerledikçe gönlümüzden dökülen ilahiler, Yunus ilahileri: “Yaklaştıkça yeşil kubbe görünür”, “Medineye varamadım.”  
Maalesef burada vaktimiz çok az. Bu yüzden Medine’ye bıraktığımız alışverişe hiç vakit yok. Sadece hurma alıyoruz, peygamber şehrinden. Mübarek Ravza-i Mutahharasını ziyaret etmek kadınlar için çok zor ve kısıtlı. Bu yüzden ancak bir defa nasip oluyor. Kabr-i şerifine ise önü paravanlarla kapatıldığı için yaklaşamıyoruz. Ahirette Havz-ı Kevserinin başında buluşmayı diliyorum.
Baki mezarlığı da kadınlara yasaklanmış. Ancak kapısına kadar gitmeye izin veriliyor. Kapısına varınca anlıyorum yasakların sebebini. Uzaktan Fatiha okuyorum Allah Resulünün sevgili ashabına. İslam’ın ilk kahramanlarına, Ehl-i Beytine… İsimlerini bilebildiklerimi sayıyorum tek tek. Selamlıyorum onları da. Ahirette kavuşmayı diliyorum Rabbimden. 
Ayrılık vakti gelip çattığında ailemi, çocuklarımı özlemiş olduğumu anlıyorum. Acaba ne yaptılar diye düşünmeden edemiyorum. Oysa “yokluğumu hissettirme Ya Rabbi!" diye dua ederek ayrılmıştım. Vazifemizi yapmanın huzuruna doyamamanın burukluğu karışıyor. 
Yolculuklarımız, “Hac meşakkattir,” gerçeğini bize hatırlatacak tarzda geçiyor. Memleketimize ve evimize kavuştuğumuzda, giderken duyduğumuz hasretin dinmek yerine arttığını hissediyor gönüllerimiz. 
Şimdi yeniden başlıyor bekleyiş. Yeniden gidebilme bekleyişi... Rabbimize sevdiği bir kul olarak varabilme bekleyişi... Havzın başında Efendimiz (s.a.v.) ile buluşabilme bekleyişi!



BEKLEYİŞ

Bekleyiş, bekleyiş, bekleyiş… Kutlu beldelere gitmek için önce kendi içimizde başlar bekleyiş. İmkânların hazır olmasından ziyade manevi bir...